Konuşurken sözcükleri serbestçe sıralamasındaki rahatlık yanıltmasın sizi, onları kendi derininden bulup çıkartması anlam dolu. Kulak kabartıyorum, umarım içinden söylediklerini de duyabilmişimdir diyorum.
Yürekli bir kadının, dayatmalara karşı çıkışındaki kararlı duruşu, anaç bir tanrıçaya dönüştürüyor onu. Tutkulu, sorumluluk duygusuna takıntılı, toparlayıcı, çalışkan, dürüst, samimi… Yapıp eyleyenler, esip gürleyenlerden değerlidir. Meltem Cumbul’un seçimi susmamaktan yana. Deneyimlemek onun için yaşamak demek. Belki de budur onu yollara düşürüp başka başka coğrafyalarda yine kendini bulduran.
Düşünüyorum, bıraktığı izleri geriden toplasa elden ele ne çok şey büyüttüğünü görür mü acaba? Görürse, o sıcak tebessümü yüzünü aydınlatır mı?
Alışılanın aksine siz oyunculuk için ailenizden destek görüyorsunuz. Anneniz kendi deyimiyle “artist” olmayı çok istemiş ve siz dört kardeşin büyüdüğü evde annenizin sevgisini kazanmak için onun hayalini gerçekleştirmek istiyorsunuz.
Benim kendimi ifade edebildiğim şeyler daha çok dans etmek, taklit etmek gibi eğlenceli, yaratıcı oyunlardı. Aslında benim için repertuvar, belli oyunlardan oluşuyordu. Bu oyunlar, mevsimine göre, gelen misafire göre, mekânlara göre değişiyor, farklılık gösteriyordu. Bu biçimiyle de çocukluğumun oyun içinde geçtiğini anlatıyor durum. Bir bavulum vardı, o bavulun içinde de işte kostümlerim ve repertuvarımı gerçekleştirecek her şey vardı yani. Dolayısıyla da ne olmak istiyorsun dendiğinde her zaman tiyatrocu, oyuncu dediğim bir dönem geçirdim
İzmir’den İstanbul’a taşınırken o “oyunculuk bavulu” da geliyor. Ailenize tiyatro okumak istediğinizi söylediğinizde, onlar da sizi Belediye Konservatuvarı’na götürüyorlar ama yaşınızın Lady Macbeth’in ihtirasını anlayamayacağınız kadar küçük olduğu söylenince “onlar benim anlamayacağımı nereden biliyorlar?” diye kızıyorsunuz.
Annem çok açık görüşlü, vizyon sahibi bir kadındı. O dönemde, maddi şartlarımız çok uygun olmadığı halde biriktirdiği çeyizleri benim için satarak beni dans derslerine yolladı. Çünkü isteğimin hangi alana odaklı olduğunu gördü. Oyuncu olacaksan iyi dans etmelisin, güzel şarkı söylemelisin derdi. Okulda da hocalar bu anlamda beni ön plana çıkarıyordu. Sene sonu gösterilerinde oynadığım Türkçe, İngilizce piyesler olsun, spor bayramlarındaki dans gösterileri olsun, hep en başlarda yer alıyordum. Babam da beni çok desteklerdi, her gösteriye gelir, “bu benim kızım, bu benim kızım” diye herkese tek tek beni gösterirdi. Abim zaten Paris’te yaşıyordu. Onun bakış açısı beni birebir eğitmiştir müzik konusunda, her anlamda aslında. Ablam ressam, çok küçük yaştan itibaren, günümü onun sanat tarihi üzerine olan kitaplarını okuyarak geçirebiliyordum yani.
Sanki bütün aile el birliği ile sizi hazırlamışlar.
Evet, aynen öyle. Bir de babam edebiyata çok düşkün, şiire çok tutkun. Beni şiirlerle büyütmüş bir kişi. Cumbul ailesi çok vizyon sahibi, çok eğitimden yana bir aile, Akşehir, Konyalılar. Anne tarafım da öyle, onlar da Selanik, İzmirliler. Hep destek gördüm yani. Konservatuvar döneminde de ablamlarla yaşarken eniştemin çok desteğini aldım. Okula girdikten sonra da her hocamın çok desteği oldu. O anlamda çok kendime güvenli yetiştirildiğimi düşünüyorum.
O kadar kendinize güvenlisiniz ki üniversitenin ilk basamağını kazandıktan sonra, ya ikinci basamağı da kazanırsam ve ailem beni o bölüme gönderirse diye sınavda uyuyorsunuz.
Ortaokulda İzmir Türk Koleji’nde iken çok başarılıyım. Buraya geldiğimde Etiler Lisesi’ne gittim önce. Seksen kişilik sınıflarda bilemedim yani nereye geldiğimi. Onun için çok da önem vermedim açıkçası, biraz da keyfim kaçtı, İstanbul’a çok alışamadım. İlgilenmedim yani. Lise sonda Ata Koleji’ne geçtim. Orada da pek ilgilenmedim derslerle, ilgilendiğim alan konservatuvara hazırlanmaktı. Evet, dediğiniz gibi kazanırsam beni yollarlar korkusuyla sınavda uyudum. Nöbetçi öğretmen geldi, “kaderinle oynuyorsun” dedi bana. “Ben kaderimi gayet iyi biliyorum, siz merak etmeyin” dedim.
Öyle başarılı oluyorsunuz ki bu sefer, 1991’de konservatuvardan birincilikle mezun olur olmaz Londra’ya Stratford-upon-Avon’a gidiyorsunuz.
O başarı da kesinlikle benim neyi istediğimi, tutkumun ne olduğunu ve bunun karşılığını nasıl aldığımı anlatıyor.
Zeliha Berksoy, Royal Shakespeare Company’e bir yazı yazıyor. O mektubun kabul görmesi kolay olmuyor ama sizin girişiminiz ve kendinize güveniniz kesinlikle takdiri hak ediyor.
Tabii ki beni kabul etmiyorlar. Allah’tan Candan Gürkan, orada sahne yönetmeni de, onu buluyorum sonra, arkadaş oluyoruz. Böylece girebiliyorum tiyatroya. İlk katıldığım prova “Jules Cesar”, sonra “Thebai”ler, “As You Like It” (Beğendiğiniz Gibi) gibi oyunların provalarına katıldım. En son katıldığım prova Derek Walcott’un o yıl Nobel Ödülü alan “The Odyssey” eseriydi. Koreografiyi Beyhan Murphy yapıyordu. Onunla da orada tanışmıştık. Yaklaşık yedi-sekiz oyunun provasını, teknik provalar da dahil olmak üzere, takip edebilme, onlara katılabilme yirmi bir yaşında birinin sahip olabileceği en güzel ortamdı. Ertesi sene Ömer Karacan’dan teklif geldi radyo için. Bu sefer Londra’ya taşındım. Orada sabah yayınına başladım ve o dönemin en çok dinlenen radyo DJ’i oldum. O dönemde de Mehmet Ergen ile tanıştım. Aslında biz Londra’da Hikmetin Garajı diye bir yerde çalışmalara başlamıştık birlikte ama ben sabah 05.00’teki yayına hazırlanmak için saat 03.30’da kalktığım için, bir de çok soğuk bir ortam olduğu için, işçi sağlığı ve güvenliği açısından dedim ki, yok yani, buna daha fazla devam etmeyelim. Sonrasında Mehmet ile bir türlü bir araya gelemedik ta ki 2014’te Talimhane Tiyatrosu’nda oynadığımız “Göl Kıyısı”na kadar. O oyun bizim ilk çalışmamız oldu.
Türkiye’ye dönünce, 1993 yılından itibaren birçok işi bir arada yürütüyorsunuz.
Evet, çok çalıştığım bir dönemdi. Ragıp Yavuz’la Beyaz Sahne’yi kurduk ve Arnold Wesker’in “Dört Mevsim” eserini sahneledik. Onda Zeyno Gönenç oynadı, ben yapımcıydım. Aynı zamanda Igot Tiyatro için Marguerite Duras’ın eseri olan “Ayrılık Müziği”ni oynuyordum. Sonrasında şov ve yarışma programları başladı. “Aşağı Yukarı” adlı yarışma programı var. Oktay Kaynarca ile yaptığımız “Nereden Başlasak, Nasıl Anlatsak” var. Türker İnanoğlu’yla yaptığımız “Meltem Cumbul Şov” var.
Yine o dönem (1994’te) Zeki Demirkubuz “C Blok”ta başrol teklif ediyor ve kaç kişinin atlayacağı rolü siz reddediyorsunuz. İlk kabul ettiğiniz başrol “Karışık Pizza” oluyor.
Yeşilçam’da o zaman başrol oynayan kadınların hatları daha belirgin, ben ise 34 bedenim, bir de yaşım küçük tabii. Yapımcı kilo almam gerektiğini söyledi. Ben de dedim ki; “Karakter, bana yazılmış bir karakter. Eğer böyle düşünselerdi benim için yazmazdı senaristler. Onun için, ben de onlara katılıyorum ve bu karakter için kilo almam gerektiğini düşünmüyorum.” Onlar da benden vazgeçtiler. Umur Turagay çekecek, yönetmen olarak. Dolgun ve olgun bütün aktrisler ile görüşüyorlar ve sonunda Hülya Avşar’la anlaşıyorlar ama Hülya Avşar da o dönem hamile kalıyor ve beklediklerinden hızlı kilo alıyor. Başka aktislerle de anlaşamayınca bir akşam beni arayıp görüşmek istediklerini söylüyorlar. Karakteri daha önceden bildiğim, üzerine çalıştığım için de dolgunluk ve olgunluk üzerine değil de karakter üzerine konuşuyorum. Umur da “ben Meltem’le çalışmak istiyorum.” diyor ve “Karışık Pizza” ile başlayan süreç gayet hızlı ilerliyor.
Film (“Karışık Pizza”) 1999’te 4. Sadri Alışık Ödülü’nü alıyor.
Antalya Film Festivali’nde Işık Yenersu jüride yer alıyor ve diyor ki; “Yeşilçam geleneğinde böyle bir kadın karakter hiçbir zaman olmadı. Bir kez bir senaristin böyle bir kadın karakter yazmış olması çok önemli. Ve bunun oynanmış olması çok önemli. Bunun anti-kahraman bir kadından yaratılmış olması ve buna başrolün verilmesi ve buna rağmen filmin sonunda hâlâ ölmeden yaşayabilmesi çok önemli. Ama o dönemde daha alışılmadığı için bu tarz bir kahramana çok yanaşmıyorlar. Sadri Alışık Ödülü, ilk kez ödül anlamında bunun bir karşılığı olabilmiştir. Ben de çok şaşırmıştım açıkçası ama o dönemde, Viyana’da, “Doğum Yeri Absürdistan” filmini çektiğim için Ödül Töreni’ne gidememiştim. Benim yerime babam gitmişti. Kendisinden ödülü alırken ağlamamasını rica ettiğim halde ağlamıştı. O dönemde üst üste filmler çekmeye başlamıştım. Sinema gerçekten çok fazla emek harcadığım ve tutkulu olduğum bir alan oldu. 1999 yılında iki iş birden gelmişti. Bir tanesi “Aşkın Dağlarda Gezer” diye bir işti TGRT ile. Bir tanesi de Kanal D için Osman Yağmurdereli’nin “Yılan Hikâyesi”ydi. Kanal D’nin verdiği çok cüzi bir rakamdı ve ben yine de “Yılan Hikâyesi”ni kabul ettim.
Dizi fenomen oldu ve siz bu popülerliği Mehmet Ali Alabora ile tiyatroya yönlendirdiniz ve Şehir Tiyatroları’nda “Hırçın Kız”da birlikte oynadınız. Bu, insanları yeniden tiyatroya davet eden bir çağrı gibiydi.
Mehmet Ali ile bana birçok reklam ve kampanya teklifi geliyordu. Biz hiçbirini kabul etmiyorduk. Aynı zamanda tiyatrolardan da teklif geliyordu. Bizim niyetimiz o dönemde beş liraya Shakespeare izletmekti. O dönemde Uğur Yücel “Mavi Oda”yı yapmak istemişti. O da çok güzel bir oyundu. Tam da Nicole Kidman’ın yaptığı bir dönemde çok hoş, güncel olabilecek bir durumdu ama daha büyük bir kadroyla “Hırçın Kız”ı yapmayı tercih ettik ve kapalı gişe oynadı Şehir Tiyatroları’nda. Bütün o popülaritemizi Şehir Tiyatrosu’na çok güzel aktarabildik, hediye ettik yani. Bizim için de, onlar için de güzel bir hediye oldu. Yine o dönem, Şener Şen ile “Mucizeler Komedisi” isimli müzikali yaptık. Beyhan Murphy de koreografisini yaptı.
“Hırçın Kız”ı oynarken suarede gelen telefonla Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde “Abdülhamit Düşerken” filmiyle ödül aldığınızı öğreniyorsunuz. Oyundan sonra Antalya’ya gidip ödülü alıp oradan “Gurbet Kadını”nın setine gidiyorsunuz.
“Abdülhamit Düşerken”deki rolüm ile ben yine hiç beklemezken en iyi kadın oyuncu ödülünü alıyorum. Ben ödül beklemem; benim için filmin ödül alması çok önemlidir. Bütüne hizmet verdiğimi düşünürüm her zaman. Hemen arkasından “Duvara Karşı” süreci başlıyor. Fatih’in niyeti Türkiye’ye girebilmek, bu çok önemli onun için. Biz Urfa’da “Gurbet Kadını” dizisini çekerken, Berlinale Film Festivali’ne alınmadığımız söyleniyor. Sonra bir film ekarte ediliyor ve böylece biz yarışma bölümüne alınıyoruz. Film, Berlin Film Festivali’nde Altın Ayı’yı alıyor. Bu da hem Birol Ünel’in oyunculuğunun gösterilmesi, hem Sibel Kekilli gibi bir starın doğuşu, hem de filmin Türkiye’ye girişi açısından çok daha büyük bir hediye oluyor bize. Aslında Fatih Türkiye’ye girebilsin amaçlı yaptığımız bir şeyin uluslararası bazda bir başarı alması ve aralarında Martin Scorsese gibi birçok sinemacı tarafından ilham alınan bir film haline gelmiş olması çok kıymetli. Daha sonra “Gönül Yarası” sürecinde Palms Film Festivali’nde En İyi Kadın Oyuncu Ödülü’nü aldığımda görüştüğüm John Malkovich, Cate Blanchett’in “Duvara Karşı”ya ve Fatih Akın’a duyduğu hayranlık beni çok mutlu etmişti.
Madem ödüllere değindik, “Tell Me Oh Khudaa” ile Osian Onur Ödülü ve Quenns Yaşam Boyu Onur Ödülleriniz enterasan. Bunun için biraz genç sayılmaz mısınız?
Evet, Queens de ilginç bir süreç. Benim Amerika’da iki tane hocam var. Birisi üç yıl boyunca ders yaptığım ve sistemini öğrendiğim Eric Morris. Diğeri de Black Nexus Aktör Stüdyosu’nun sahibi Susan Batson. Juliette Binoché’un da yarıştığı Palm Springs’ten ödül almamla birlikte benimle ilgilenmesi, benimle tanışmak istemesiyle başlayan süreçle New York’ta onunla ders yapmaya başladım. Birçok öğrencisi Queens’tendi ve de siyahiydi. Biz de Oscar aday adayı olmuştuk. Onların da filmi izlemesini çok istediğimiz için sabaha kadar oturup tek tek odalarının kapılarının altlarından davetiye atarak gösterime gelmelerini sağladık. Bu süreçte de o gösterime gelen Altın Küre ekibinden Aida Takla’nın -daha sonra Altın Küre başkanı olmuştur- filme ve bana duyduğu ilgi ile birlikte başlayan dostluk bizi Altın Küre’de benim Atatürk’ün sözünü söylediğim konuşmaya kadar getirmiştir. Queens’in bana bu ödülü vermesinin sebebi tamamıyla bu süreç ve burada yaşananlardır.
“Gönül Yarası” filminde ödül aldıktan sonra ödüllü bir oyuncu olarak Amerikaya’ya oyunculuk öğrenmeye gitmeniz de çok enteresan. Gerçi bu biraz plansız, buralardan, uzaklaşmak için yapılan bir yolculuk. Mehmet Kurtuluş sizi 10 günlüğüne Los Angeles’e davet ediyor ve siz orada yıllar geçiriyorsunuz.
Önce Londra’ya, sonra Berlin’e, sonra Los Angeles’a gidiyorum. Eric Morris ile çalışmaya başlamak… Eric Morris’e gittiğimde orada bir haftalığına gelmiş olan Mert Fırat’la tanışmak… Mert’in benim bu kadar çok çalışmama, sanki daha önce hiçbir şey yapmamış kıvamda bir öğrenci olarak oraya gelişime “söylesene kim olduğunu” diye bağırışını hatırlamak… Çok hoş, çok tatlı, güzel bir şey… Devamında UCLA’de aldığım senaryo dersleri… O iki yıl içinde Alejandro Chomski’nin “A Beautiful Life” ve Rob Schmidt’in “Alphabet Killer” filmlerinde çalışmam. Sonrasında “Aşk Yakar” isimli diziyi yazmak üzere buraya, Türkiye’ye gelmem…
Öncesinde, 2000 yılında, West End şovu olan “Smokey Joe’s Cafe” müzikalinin Türkiye ayağındaki başrol var.
Mydonose Showland İngiltere’den bir müzikal getiriyor. Oyunun içinde bir tane Türk oyuncu olsun istiyorlar ve benimle anlaşıyorlar. Solo dansımın ve şarkımın olduğu bir müzikaldi ve çok büyük etki yaratan bir müzikal oldu. On beş temsil inanılmaz güzel geçiyor ama annemin vefatı dönemlerine denk geldiğinden, benim için hem hüzünlü bir dönem, hem de ayakta durmamı sağlayan bir dönem oluyor.
2014’ten beri Oyuncular Sendikası başkanısınız. Örgütlenmenin evindesiniz. Söylemekten öte yapmak, örnek olmak, hayata geçirmek önemli. Son dönem “sette çocuk” konusuyla farkındalık yarattınız, hatta bunlar düzelecek galiba gibi bir duygu yaşattınız.
Evet, bununla ilgili bir panele katıldık İzmir Barosu’nda. Bakanlık’tan gelen son taslakta çocuğun çalışma yaşı, iki yaştan üç aya düşürülmüştü. Kanunda caydırıcı ceza yok bununla ilgili. Bu çok önemli. İngiltere’de caydırıcı kanunlar, çocuk yaşı limitinden daha önemlidir. Beş bin Euro cezası ve hapis cezası var örneğin.
Sendika başkanlığının yanı sıra Mimar Sinan Devlet Konservatuarı’nda hocasınız.
2009’da kendi okuduğum okul olan Mimar Sinan’da ders vermeye başlamam da, Eric Morris’in, “sistemi çok iyi öğrendin ve bunu Türkiye’de senin aktarmanı istiyorum” diye çok ısrar etmesi sonucunda olmuştur. Zeliha (Berksoy) hoca da çok istekliydi. Başladığım süreçte mezun olan ilk öğrencilerim Emir Çubukçu, Berkay Ateş, Can Kulan üçlüsü tiyatro kurmak istediklerini ve ilk oyunlarını benim yönetmemi istediler. Martin Sherman’ın eseri “Bent”i seçtim ben de. Hitler döneminde homoseksüellerin katledilmesini anlatması ve yine bunun Türkiye’de hiç yapılmamış olması benim çok ilgimi çekti. “Blu” daha önce Kenter Tiyatrosu’nda “Aşk Çemberi” olarak yapılmış, ben izlememiştim. “Bent” için şöyle bir mekân istiyorum dediğimde, çocukların o mekânı bulması ve o mekânın tiyatro stüdyosu haline getirilmesi, aynı zamanda oyunun yaratım süreci bayağı bir zamanımızı almıştı. Mart 2013’te prömiyerimizi yaptık ve oyun dört sezon oynandı.
Hitler’in faşizmini cinsel kimlik üzerinden tartışan “Bent”in, gücü elinde tutanın kendi gibi düşünmeyene, kendisi gibi yaşamayana tahammül etmemesi ve zulmetmesi çok tanıdık tabii.
Evet, faşist bir rejimin, insanları nasıl yaşayan ölü haline getirdiği, sonra da öldürdüğü anlatıyor. Buna direnmenin tek yolu da aşk. Karanlıktan aydınlığı görebileceğimiz inancındayım. Aydınlık benim için çok önemli. O yüzden o alanların takibi ve hikayenin asıl öznel alanda nerede olduğu benim Sherlock Holmes gibi takip ettiğim ve psikolojik açıdan da ilgi duyarak izini sürdüğüm bir şeydi. Yani nasıl oluyor da Hitler gibi bir karakter bu kadar insanın ölümüne sebebiyet verebiliyor ve kimse hiçbir şey diyemiyor? Bütün bunlar nasıl olabiliyor? Hep soru sorarak yani.
“Göl Kıyısı”, ilk kez 19. İstanbul Tiyatro Festivali’nde seyirci karşısına çıkmıştı. Mehmet Ergen ile aslında Londra’dan tanışıyorsunuz ama orada tiyatro yapma fikrini ancak burada Talimhane Tiyatro’da yıllar sonra gerçekleştirebiliyorsunuz. Oyunculuğunuzdaki o sakinlik çok sahiciydi.
Gerçekten mekân anlamında öyle güzel kuruldu ki oyun. Cidden ben Boston’da, o iki çocuk sahibi kadın gibi hissediyordum. O ağırlığı, o geçmişteki trajik hikayeyi yıllara taşıyıp, bunun o sahip olma duygusuyla gelen gayet ataerkil bir kafayla mücadele etme ve kırılgan bir halden çıkan o canavarlaşma hali karakter anlamında beni çok etkilemişti.
İzlerken de bizi etkiledi o yalın oyunculuğunuz. Sizi son olarak “e.mülteci.com”da izliyoruz ve şimdi de “Blu”da yönetmenlik yapıyorsunuz.
Öğrencilerimden Necati Kutlu’nun Toyİstanbul’a geçip programı yapmaya başlaması ve “hocam yapalım mı bir şeyler” demesiyle başlayan süreçte bu sefer Mimar Sinan’dan mezun olmuş kızlar ekibiyle yaptık “Blu”yu. Oyunun yarattığı etki, harcadığımız emeğe değdi. Aynı şekilde Toyİstanbul’da sendikasal anlamda farkındalığımla, uygulayarak yapabilme alanı yarattığı için de çok sevindim tabii ki. Bir şeyleri sadece konuşarak, şikayet ederek değil, yaparak karşı durmak çok önemli. Dolayısıyla, sahneye girdikleri an için sigortalanmaları gerekliydi. Bir ışık düşse kafalarına ki geçmişte oldu, -neler neler oldu- açıklayamazsınız. Hele benim için bu kadar işin içinde olup, bu kadar farkında olup, bilip de yaptırmamak olası bir durum değildi. Onun için de sahnenin çevrilmesinden tutun da yangın çıkışlarını da dahil ederek yaptım rejiyi. Oyunda da o çıkışın, gerekliliği, bizi gerçek dünyayla bir araya getirmesi, o mavi alandan gerçek dünyaya geçişleri karakterlerin, kullanmak istediğim bir şeydi.
Homofobik bakışlar bu kadar çokken ve ürkütücü düzeydeyken bu oyun cesaretli bir seçim. Dekorsuz, ışıkla oynanıyor ve herkes tulum tulumla eşitleniyor.
Çünkü her türlü sınıf, işçi sınıfı üzerinden birleşebilir ancak. Her türlü meslek aslında bir işçiliktir. Bu yüzden tek bir sınıfı anlatmak için işçi tulumu kullandık. Ancak oyunculara kullandırdığımız farklı objelerle, onları dışarıya sundukları kişilik olarak tanımlayabiliyoruz kimlik anlamında. Birleştikleri alan aslında o çember. Ayrıştıkları yer de meslekleri, yaptıkları iş ve konumları.
Yasak düşünceleri çığlıklarla ifade eden oyun cinsellik ve arzunun sınırlarında dolaşıyor. Dinamizmi, dili, hareketleri, cüreti konuşmaya değer. Bu oyunu seçme sebebiniz nedir?
2000’li yıllarda Uğur Yücel, Mehmet Ali Alabora ile bana bu oyunu oynamamızı teklif ettiği günden beri çok merak ettiğim bir oyundu. Ayrıca benim için “Blu” büluğ çağı, ergenlik çağı demek. O ergenlik dönemi ruhunu, yani hiçbir şeyle yüzleşmeme halini taşıyor. Öğrenci karakterinin bakış açısını da, yazar karakterini de çok ergen buluyorumVe alt kişilik üzerine çok çalıştığım için de ilgimi çekiyordu. Eric Morris’in major seçim yollarından bir tanesi olan Freudyen tarzda yazılmış bir eserin, daha sonra sembollerle anlatıldığını görmek etkileyiciydi. Bir eseri çözümleme yoluna götürüp, gölgeler üzerine daha fazla çalışmamı sağladığı için de bu eseri seçtim. Bunu da ışıkla anlatmaya çalıştım. Işıkları yapan Ayşe Ayter muhteşem bir iş çıkardı. Genel olarak mavi bir odanın içindeler lakin her karakterin de kendi rengi var, bir dönüşümü var. Tüm bunların oluşumu ve bunun üzerine kafa patlatmak bana çok cezbedici geldi. Açıkçası dekor kullanmama sebebim de bu oldu. Ben sembolleri çözerek aktarmayı tercih ettim.
Tiyatro sevmiyorum diyenlere Dot oyunlarını izlediniz mi örneğin diye sorardım, şimdi Toyİstanbul’un “Blu”oyununu da ekledim. Çok teşekkür ederim.
Röportaj: Pınar Erol
(6. Sayımızdan)