Teşvikiye’de bir öğle vakti… Şarkıların dualara, tekbirlerin sloganlara karıştığı benzersiz bir duygu akışı… Semtin alışık olmadığı türden bir kalabalık… Bir yanda ülkenin en ünlü yüzleri popçusu, rockçısı, yazarı; bir yanda Van’dan, İzmir’den, Edirne’den hatta Almanya’dan gelmiş yaşlısı, genci, kadını, erkeğiyle yüz binlerce insan. Başlarda bandanalar, boyunlarda atkılar, ellerde pankartlar, dillerde sloganlarla benzersiz bir cenaze töreni… Tek bir ağızdan inliyor sokaklar; hakkını helal et, elveda baba…
Birden fazla evlilik yapıp birçok da çocuk yapan arabeskçiler baba olamazken, biyolojik olarak baba olmayan Müslüm Gürses’in, nasıl babamız olduğunun hikâyesi bu.
Hor görülenlerin Tanrım isyanıdır bu
Sevip sevilmeyenlerin isyanıdır bu
Düzensiz dünyanın günahıdır bu
Yakarsa dünyayı garipler yakar!
1953’te Şanlıurfa’nın Halfeti İlçesi’ne bağlı Fıstıközü köyünde, kerpiç bir evde, yoksul kesimin temsilcisi Akbaş ailesinin ilk ferdi olarak dünyaya geldi. O üç yaşındayken ekonomik zorluklardan dolayı Adana’ya göç etti ailesi. Maddi imkânsızlıklarla başladı hayat onun için. Hayatın en yoksul kesiminde yaşıyordu, paraya değil duygulara önem vererek, dostluğu ve sevgiyi en kutsal değer bilerek tutundu hayata. Şarkılarında olduğu gibi, hüznü, acıyı ve ıstırabı kaderi olarak yaşadı. Yıllar sonra o günler kendisine sorulduğunda çocukluğunu şu iki cümleyle özetledi: “İlkokulu bitirdim. Gerisi yok.”
Daha çocuk yaşta ne iş olsa yapmaya, eve katkıda bulunmaya çalıştı. On üç yaşındayken Adana’da bir çay bahçesinde şarkı söylemeye başladı, bir yandan da terzi çıraklığı ve kunduracılık yapıyordu. Elbette arabeskin kunduracılıkla bir bağlantısı vardı, ayağındaki kundura yokluğunun beyanıydı adeta. Aynı çay bahçesinde düzenlenen ses yarışmasına katılıp birinci olduğunda on dört yaşındaydı. Yarışmayı kazanınca, TRT Adana Çukurova radyosunda türkü söylemeye başladı ve soyadını da Gürses olarak değiştirdi.
Dinleyen herkesin beğenisini kazanıyordu. Sadece gür sesinden ibaret değildi şarkıcılığı. Türkülere kattığı özel yorum, mikrofonu yandan tutuşu ve tabii ki o ağır duruşuyla farklıydı. 15’inde ilk 45’liğini Emmioğlu türküsü ile çıkardı Adana’da. Bu türküye kattığı yorumla büyük beğeni topladı. Müzik piyasasına açılmak istiyordu ama açılmak demek İstanbul demekti. O da 16 yaşında İstanbul’un yolunu tuttu.
Burada çıkardığı ilk 45’liği “Sevda Yüklü Kervanlar / Vurma Güzel Vurma” üç yüz bin satarak rekor kırdı. Talihli bir kuş kondu sanki omuzlarına. Bir anda mazlumların sesi oldu Müslüm Gürses. Arabesk müzik zaten vardı ama bu müzik onun dilinde bambaşka acılı bir yakarışa dönüşüyordu. Arabeskin şarkılardan ibaret olmadığı, bir yaşam biçimi ve dünyayı algılama tarzı olduğu bir toplumsal sınıf oluştu. Ve bu sınıf Müslümcülük olarak tescillendi o yıllarda.
Her şey boş anlamsız şimdi gözümde
Bin öfke bin nefret her bir sözümde
Yılların çilesi belli yüzümde
Aynada baktığım yüze küskünüm
TV kanalları, internet üzerinden yayılım yoktu elbette. 70’li yılların Türkiyesinde ekonomik ve siyasi krizlerin ortasında, İstanbul’un büyük kitlesel göç aldığı dönemlerdi. Kente tam anlamıyla entegre olamamış yani tutunamamış kesimlerin çözüm arayışı içinde kendileriyle bütünleştirdikleri bir yaşam biçiminin karşılığı oldu Müslümcülük. Kısaca, yeni kentlilerin hayatının yeni yorumuydu. Hayatta hep yoklukla, zorluklarla karşılaşmış binlerce kişi Müslüm Gürses’in şarkılarında teselli buldu kendine. Emekçilerin, gariplerin, itirazı olanların, aynada baktığı yüze küskünlerin, yolu hep çıkmaz sokaklara çıkanların babası oldu. Sevenleri onu bir babayı sever gibi karşılıksız, katıksız sevdi. Bir kısım entelektüelin küçümsediği, köylerine dönsün dediği o kitle yani şehirde tutunamayanlar Müslüm Gürses şarkılarına tutunuyorlardı o yıllarda. Büyük şehirlerin suskunları, avaz avaz onun şarkılarını söylüyorlardı.
Bu sevginin bir sırrı olmalıydı. Çok konuşuldu, yazıldı, çizildi ama cevap basitti aslında o neyse oydu. Sadece kendi gibiydi. Ülkede modern bir proje gerçekleştirmeye çalışan, yüzünü Avrupalılığa çeviren kesim tarafından hor görüldü bu kesim. Genel İslami anlayış da bu arabesk hal geleneğine sahip çıkmadı, dinden uzaklaşma ve yozlaşma olarak gördü. Ne de olsa arabeskin ruhunda alkol vardı ve bu onların dini baskın taraflarca dışlanması için yeterliydi. Ama bir anda bu kadar hızlı yayılan bir müzik biçimi yerli bir öz taşıyor olmalıydı. Toplumun ruhundaki arabesk, onunla daha da derinleşmişti.
Öncelikle şehrin gecekondularından gelen bu müzik yavaş yavaş şehrin sokaklarında duyulmaya başladı. Gülhane Parkı’nda verilen konserlerde daha önce eşine rastlanmamış bir kalabalık oluyor ve bu kalabalığın büyük bölümünü de erkekler oluşturuyordu. Baba sahnede “Yakarsa dünyayı garipler yakar” diyordu. Konserlerde şarkı sözlerinden duyulan isyanla dinleyenler kendini jiletliyor hatta isyan öyle bir boyuta geçiyordu ki insanlar birbirini bıçaklıyordu. Hayranları onu dinlerken bedenlerine jiletin verdiği acıyı hissetmiyor, çektikleri çilenin acısını kendi bedenlerinden çıkarıyorlardı. Konserler iptal ediliyor, çıkan kavgalar yüzünden sahneyi terk etmek zorunda kalıyordu baba. Fanatikleri ise her geçen gün artıyordu. O dönem, yara da yaraya merhem de babaydı.
Albümünün çok satmasının yanında hayatı hiç de iyi gitmiyordu. 24 yaşındayken annesi toprağa verdi. Üstelik normal bir ölüm değildi bu; annesinin katili babasıydı. Müslüm Gürses cezaevine giren babasıyla bir daha hiç görüşmedi. Şarkı söylerken sesinden dökülen acı, onun gerçek hayat hikâyesiyle bütünleşiyordu.
İtirazım var bu zalim kadere
İtirazım var bu sonsuz kedere
Feleğin cilvesine
Hayatın sillesine
Dertlerin cümlesine
İtirazım var
Baba’nın sesi öldürmüyor ama süründürüyor diyordu sevenleri. Kendisi de ölümle burun buruna geldiğinde 25 yaşındaydı. Adana’da konser dönüşü aracı kamyonla çarpıştı. Şoför öldü, baba da öldü diye morga kaldırıldı. “Tanrı istemezse insan ölmezmiş” ya, yaşadığı sonradan fark edilince beyin ameliyatına alındı, ameliyatın ardından kafatasına bir plaka takıldı. Mazlumların duaları zırh oldu ona. Artık koku alamıyor, yüzde elli az işitiyordu. Görmesinde bir sıkıntı yoktu, başka bir yöne baktığını diğer arabeskçilerden farklı yollara sapacağını o günlerde kimse bilmiyordu.
İyileşince ardı ardına plaklar çıkarmaya devam etti. Hep düşünceli bir hali vardı, iri cüssesine rağmen hafif duruyordu. Kafası bin beş yüz diyenlerle dalga geçer gibi, felsefesinden damla damla veriyor, “beni bilmeyenler desinler ayyaş, bir kadeh daha ver, ver yalvarıyorum” diye şarkısını mırıldanıyordu. Arabesk tek yayın kanalı TRT radyolarında yasaklandı o dönem. Şarkıları radyolarda, televizyonlarda yayımlanmıyor ama albümleri milyonlar satıyor, konserlerindeki izdiham her geçen gün artıyordu. O günlerde konser görüntüleri basına yansıdıkça tüm ülkenin dikkatini çekmeye başlıyordu.
İsyankâr isimli filmle kamera karşısına geçti. Dönemin şarkılı filmlerine uygun toplam 38 filmde başrol oynadı. 80’leri tam bir star olarak geçirdi. Fanatikleri sığsın diye stadyumlara taşındı konserleri. Dinleyenleri kendilerine Müslümcü diye tanımladıkları kimlikle sadece diğer müzik türlerini dinleyenlerden değil, diğer arabesk dinleyenlerden de kendilerini ayırıyorlardı artık. Müslüm Gürses onlar için bir baba, hatta yaşamda nasıl bir duruş gösterilmesini örnekleyen biriydi. Yani Müslüm Gürses arabeskçiler arasında en fazla ciddiye alınandı. Aslına bakarsak, Orhan Gencebay arabeskin kurucusu ve yaygınlaştırıcısı sayılabilecekken, Müslüm Gürses 80’ler sonrası albümleri ve tavırlarıyla çok özel bir yer buldu kalplerde. Bunu, en açık haliyle halkın onlara verdiği isimlerden görebiliriz. Müslüm Gürses baba şeklinde tanımlanarak ailedeki en üst statüyü hak ederken, Orhan Gencebay Müslüm Gürses’den daha eski olmasına rağmen “Abi”, Ferdi Tayfur “Ferdi”, İbrahim Tatlıses ise “İbo”ydu herkes için.
Herkesten bir anı saklar bu yollar
Herkesin acısı sevgisi kadar
Güzelmiş çirkinmiş ne fark eder ki
Deli gibi sevmek ruhumuzda var
Müslüm Gürses büyük paralar kazanmadı, lüks şatafatlı salonlara çıkmadı, her zaman mazbut bir aile babası tavrını taşıdı. Bitap düşmüşlerin safını tuttu o hep. Delikanlılık kavramlaştırması altında anlatılan bir kültürel kimliğin her özelliğiyle esas temsilcisi oldu. Aslında delikanlılık tabiri, çok uzun bir tarihsel sürece sahip olmasına rağmen arabesk müzik dinleyicileri arasında en çok Müslümcüler delikanlılığa özel atıfta bulundular, kendi tabirleriyle ‘kitabını yeniden yazdılar’.
Çocukluk yıllarından beri filmlerini izleyerek hayranlık duyduğu Yeşilçam oyuncusu Muhterem Nur’la tanıştı bu yıllarda. Aşkı da sonsuzdu babanın, ölüm ayırana kadar hiç ayrılmadılar.
80’ler boyunca arabesk müzik iyice yayıldı. Kenar mahallelerden şehrin merkezine, kasetçalarlardan ipod’lara geçti. Minibüs müziği, camları siyah filmlerle kaplanmış lüks arabaların CD çalarlarına girdi. Ülkenin de içine düştüğü süreçle birlikte pop yerine daha çok arabesk dinlenmeye başlandı. Japonya’da ses mühendisleri, Müslüm Gürses’in sesini inceledikten sonra, Niğde Üniversitesi’ne gönderdikleri raporda tek kelimeyle kusursuz yazmışlardı.
90’larda özel radyo ve televizyon kanallarının yaygınlaşmasıyla, gelişen pop müzikle birlikte arabesk de şekil değiştirmeye başladı. İbrahim Tatlıses sosyetenin düğünlerinde sahne alıyor, Orhan Gencebay’ın müziği akademisyenlerce tez konusu yapılıyor, 80’lerdeki acıların çocuğu Emrah ekranlarda dans ederek pop şarkılar söylüyordu. Ama Müslüm Gürses acıyı en ağır çeken kalplerin, çaresiz kalmış gönüllerin, sofralarına kederi meze edenlerin, hem gidecek yeri olmayanların hem de gitmekten yorulanların babası olmaya devam etti. Askerde nöbet bekleyenler, kader mahkûmları, gece işçileri, kalbi özlemle kavrulanlar, oto sanayisindeki yoksul işçiler, kırmızı ışıkta cam silen çocuklar sadece ‘Müslümcüydü’. Hayata itirazı olanlardı onlar. Rolün büyüğü Baba’ya verilmişti kuşkusuz. Bir araştırmaya göre, çalışan nüfusun beşte biri Müslümcüydü. Demek ki çalışan nüfusun beşte birinin hayata itirazı vardı. Baba o yıllarda, alt-kültür üst-kültür olarak ayrıştırmadan, yatay-kültürün damarlarında akan kandı. Bu yıllarda sosyologlar bile babayı mercek altına aldılar. O insanlar neden Müslümcüydü, o konserlerde neden bu kadar acı vardı daha ve doğrusu o aslında derman Baba mıydı?
Ömrümüz bitse de bitmez derdimiz,
Hiç kıymet olmamış içten sevgimiz.
Sonunda kadere isyan etmişiz,
Kul vefasızsa, Tanrı ne yapsın.
Sonraki yıllarda, arabesk müzik bu ülkenin jazz’ıdır, blues’udur aslında diyenlerin sayısı her geçen gün artıyordu. Önceleri yasaklanan, küçümsenen ama gittikçe daha fazla kişi tarafından sevilen bu müziği inkâr etmekten vazgeçip kabullenmeye hatta sebeplerini araştırmaya başladılar. O günlerde Türkiye’nin Leonard Cohen’i diyenler bile oluyordu Baba için. Muhterem Nur’un dediğine göre evde Chopin ve Mozart dinliyordu ama kendisini küçümseyenlere ne bozulmuş ne de kendini açıklama gereği duymuştu. Bir şeyleri bilmek için illa eğitim gerekmezdi ya, o hiçbir zaman uzun uzadıya kendini anlatmaktan hoşlanmamıştı. Bundan sıkıldığını, bunu anlamsız bulduğunu hiç gizlemedi. Hayatına biçtiği kısa cümlelerin terzisiydi o.
2000’lerden sonra dönemin sevilen pop şarkılarını yeniden yorumlarıyla ekranlarda gördük onu. Önce Nilüfer’in İnkâr Etme, ardından Sezen Aksu’nun Vazgeçtim şarkısıyla… Pop müzik bestelerini seslendirse de tarzı ve tavrı aynıdır Baba’nın. Tarkan’ın İkimizin Yerine, Kenan Doğulu’nun Tutamıyorum Zamanı, Bülent Ortaçgil’in Sensiz Olmaz şarkılarına yorumları ardı ardına gelir. Asıl devrimi ise birkaç yıl sonra olur. Baba, Teoman’la birlikte Paramparça der ekranlarda. Rock müziğe de sesi değmiştir artık. Milenyum geçtiğinde, dünya yeni bir çağa evrildiğinde, baba da yeni bir kitleye yönelmiş olur böylece. Gülhane Parkı’nı kapatır. Artık onu dinlemek isteyenler Harbiye Açık Hava Tiyatrosu’na, Park Orman’a gidecektir. Düne kadar Müslüm Gürses’e burun kıvıran o kentli kesim de artık babayı ayakta alkışlar. İlk Harbiye konserinin ertesinde, o konser “Beyaz Türklerle İlk Temas” olarak gazetelere manşet olur. Ama o gün bilmiyorlardı ki o baba, gün gelecek İngilizce şarkı da yapacaktır.
2006’da tüm kariyerinin en farklı albümü, prodüktörlüğünü şair ve yazar Murathan Mungan’ın yaptığı “Aşk Tesadüfleri Sever” albümünü çıkarır. Albümün üst başlığı “Mucize ve Buluşma”dır. Gerçekten de öyledir, belki de ülkemizin müzik tarihinin görebileceği en enteresan buluşmalardan biridir bu. Bu defa şarkılar Müslüm Gürses için özel yazılır, David Bowie, Bob Dylan, Leonard Cohen, Björk gibi dünyaca ünlü isimlerin besteleri Türkçeye uyarlanır. Sevenlerine yine onun sesinden her şey güzel gelir.
Bir programda Okan Bayülgen’e “Ben şimdi düşünebildiğime göre, varım” diyerek 17. yüzyılın Fransız filozofu Descartes’la da düet yapar âdeta. Okan Bayülgen nazikçe; “Bunu birisi söylemişti sanki vakti zamanında” der. “Olabilir, bizden duymuş söylemiştir, mümkündür. O da bizim kardeşimizdir” diyecek kadar da hem temiz kalpli hem esprilidir. Aynı zamanda, korsan kasetleriniz yapılıyor, bu olaya neden karşı çıkmıyorsunuz diyen gazeteciye “Herkes evine ekmek götürüyor” diyebilecek kadar da naiftir baba.
Kim bilir kimler var şimdi kalbinde
Sen beni unuttun çoktan belki de
Ben hâlâ yaşarım eski günlerde
Her şeyde sen varsın unutamadım
Türkiye’de sözleri ve fotoğrafları atkılara desen yapılan kaç tane müzisyen geçti, bir düşünün. Türkülerden arabeske, poptan rock müziğe uzanan bir müzik geçmişi… O her şeyi yakıştırdı kendine. Şimdi öyle bir külliyat duruyor ki arkasında, değil on en iyi yüz şarkısı liste bile yapılsa yine de yüzlerce boynu bükük şarkı kalır geriye.
Espriliydi, konuşurken güldürürdü, şarkı söylerken ağlatırdı. Kimimiz ilk aşkından hemen sonra, kimimiz de ilk kadehinden hemen önce tanıdık onu. Ergenlik kıpırtılarımız, ilk gençlik aşkımızdı. İlk biramızın melankolisi, ilk terk edilişimizin hüznü, olgunluk dönemlerimizin nostaljisi ve dahi tüm zamanlarımızın babasıydı o. Ne yaptıysa müzik için yaptı, ne yaptıysa o mahcup Müslüm Baba havası hiç bozulmadı. Ne yaptıysa hep dimdik, Müslüm Baba olarak kaldı.
Acısıyla, hüznüyle, altmış yıllık bir hayatın, kocaman bir kariyerin, yüreklere işlemiş bir sesin son yolculuğunun hikâyesiydi bu. Her ölüm kadar erken, her ölüm kadar zamansızdı gidişi. Akciğer ve kalp yetmezliği nedeniyle hayata veda etti. Ama hiç unutulmayacak, sesi hep kulaklarımızda kalacak nasılsa. Hayat önümüze serilmiş kederli bir yol, hüzünler bize emanet baba, sen gittiğin yerde mutlu ol.
Tuğçe İyem
(8. Sayımızdan)