Kendine zarar vermiş bir insana ‘Niye?’ diye sorulmaz.
Zaten birilerine anlatabilseydi zarar vermezdi kendine.
Emrah Serbes’in Her Temas İz Bırakır ve Son Hafriyat romanlarından televizyona uyarlanan Behzat Ç. polisi toplumla uzlaştırmak için yazılmış bir dizi değildir. Emrah Serbes, romanında “biz polisler, egemen sınıfın çıkarlarını korumak için yaratılmışız” diyerek Althusser’in devletin ideolojik ‘baskı’ aygıtlarından biri olarak tanımladığı ‘polis’ tanımıyla örtüşen bir yaklaşımdadır. Üstelik devletin ideolojik aygıtlarından biri olan televizyonda, yine devletin ideolojik ‘baskı’ kurucu aracı olan bir ‘polis’ miti oluşturmak ne de güzel örtüşecekken Behzat Ç. hiç de öyle bir ‘kahraman’ çıkmaz.
Örneğin Harun’la arasında şöyle bir konuşma geçer:
Harun: Polisle çatışıyorlar.
Behzat: Çatışmıyorlar, direniyorlar…
Kahraman bir acayip olunca televizyon ve kanallarda işin içinden çıkamaz! Çünkü Behzat Ç. polis teşkilatı içindeki cemaat yapılanmasını, faili meçhullerin faillerinin asla meçhul olmadığını, cumartesi annelerini, katillerin aramızda hatta teşkilatlarda olduğunu gösterirken vatan kurtarıyor gibi de davranmaz. Böylece içlerinde bazı çürük çarık kötüler ve hainler olsa bile teşkilatta her zaman Behzat Ç. gibi kahramanlar da vardır dolayısıyla sistem tıkır tıkır işler söyleminden uzaklaşır, uzaklaştırır yani asla rahatlatmaz. Vatan millet kurtarılıyor gibi de yapılmaz, olsa olsa biraz insanlık kurtarılmaya çalışılır. Kendini kurtarmaya çalışmak ise akıllarına bile gelmez çünkü yaşamak yüktür çoğunlukla. Örneğin Harun’un, Behzat’ın sağlığıyla ilgili endişelendiği bir sahne de diyalog şöyledir;
Harun: Doktor bey amirimin durumu nasıl, yaşayacak mı?
Doktor: Behz…
Behzat kapıyı açarak: Yaşıyoz da n’oluyo lan!
Belki de Behzat Ç. sıradan bir karakterin sisteme yabancılaşmasına karşın yani kendisine rağmen yine de doğru olan için gösterilen parçalanmış mücadelenin tek örneğidir. ‘Ben iyi bir adam olamadım ama kimsenin de adamı olmadım’ derken içinde çalıştığı polis teşkilatına ait olmadığını ve başarılı değil aslında sadece iyi olmak istediğini ancak bunu da başaramadığını ilan eder. Tüm aylak adamlardan, ıssız adamlardan, kaybedenler kulüpleri as başkanlarından ve kahramanlardan başkadır. Çünkü tamamen kendisidir, yerlidir, Anadolu’dur. Sadece Behzat Ç. değil, anlatının tüm karakterleri, mekânları, müzikleri ve tüm öğeleri tamamen yerlidir, orijinaldir, kendisidir. İstanbul değil Ankara’da geçer; yalılara rastlanmaz, karakterler Nişantaşı’nda, Boğaz’da veya rezidanslarda oturmazlar, şıklık yarışı söz konusu değildir ve asla suni, didaktik ve sahte bir samimiyet kokan polis dili ile konuşulmaz. Ne de olsa ‘Bize Angaralı derler, biz adamı severiz’ gibi her anlama çekilebilecek antipatik, kaba ve olumsuz çağrışımlara açık bir mantıkla sözde uygar sistemin insanını temsil eden ‘bebelerle’ arasına mesafe koyar. İyi bir insan olmak ister ancak sempatik görünmek gibi bir derdi yoktur dolayısıyla başkası değil kendidir ve böyle çok daha güzeldir. Anadili gibi İngilizce ve/ya mükemmel bir Türkçe tavizdir, sahtedir ve zorlamadır. Örneğin Harun ‘Ben senin için sabahtan akşama kadar past continuous tense çalıştım Eda. Biliyor musun? Oturdum çalıştım. Senin şu yaptığına bak…’ dediğinde Angaralı Türkçesiyle her şeyi kolaycacık başaran aslan Türk polisi mitinden uzak bir mantıkta oldukları ne de güzel açığa çıkar.
Türkiye’de polisi-polisiyeyi konu edinmiş diziler de genellikle karakol neredeyse insanın illa ki düşmek isteyeceği kadar pırıl pırıl, adalet için çırpınan dürüst polisler ve sevimli komiserler eşliğinde halkın güvenliği için çalışılan anlatılardır. Amerikan özentisi aynalı sorgu odaları, yakışıklı ve güzel manken gibi ekipleriyle en ücra eyaletlerde bile asayişi sağlayan polisiyelerde elbette ‘he’, ‘la’ gibi nidalara, arada aniden patlatılan bir Neşet Ertaş türküsüne ya da küfürlere rastlanmaz. Normalde Türk polisi sonunda kesinlikle yakalar ve suçlular cezalarını çekerken telsizle ‘her şey yolunda merkez’ sesi eşliğinde gülümseyen kahraman bir yüz görülür. Oysa Behzat Ç. kirli sakal, dağınık saçlar, rastgele giyilmiş sıradan giysilerle her zaman akşamdan kalmadır. Üstelik astına, üstüne, arkadaşına, vatandaşa küfrederken kimse umurunda değildir. İdealize kahramanlık iddiasına karşıdır ve açık seçik bir siyasi görüş ilan etmese de duvarında Che posteri ve Gençlerbirliği flamaları görülür. Anlayan anlar, kaldı ki ”Redkit marksist ülkücüydü” diyen sahici bir kahramanı anlamak kolay değildir ve Behzat Ç. anlamayanı da takmaz.
Behzat Ç. içinde çalıştığı devletin erkek egemen didaktik iktidar dilinden ve polisin emir kipinden daha arı, esnek veya ideal bir dil de kullanmaz. Onların dilini onlardan daha çirkin kullanarak belirgin hale getirir. Onların dilini kullanarak, onlara karşı ve onlar için çalışır. Örneğin kendisine bir örgütle bağlantısı olup olmadığı sorulduğunda diyalog şöyle gelişir;
– Hee var!
– Ney, hangisi lan?
– SSK la!
– SSK ne oğlum?
– S’açma S’apan K’onuşma la!
Dolayısıyla hem çok tanıdık hem de yepyeni bir gramer oluşturur. Bu diyalogdan SSK’nin de bir örgüt gibi çalıştığına ya da kendisinin onlar gibi olmadığı için hemen bir örgüt üyesi gibi görülmesinin ardındaki saçmalığa dair birçok çıkarım yapılabilir. Bu dilin içine bolca argo, yeraltı edebiyatı ve sokak ağzı yedirerek olduğu sistemi ve düzeni içindeyken protesto eder. İçlerinden biri olduğu için erkek egemen iktidarın dilini en az onlar kadar iyi bilir ve içlerindeyken içine ve içimize sinmeyenleri idealize entelektüel bir dille değil ‘Ne ayaksın la sen!’ diyerek yüzlerine haykırır. Dolayısıyla, polisiye dizi türünün prensipleriyle polis mitine yani statükonun her türlü temsilcisine polisin kendi silahıyla çomak sokar.
Amacı sistemi değiştirmek, eleştirmek, öğretmek veya düzeni yıkmak falan değil sadece biraz adalettir. Metnin sürüklendiği ve nihayet ulaşmaya çalıştığı bir hedef ve mutlaka çözülmesi gereken bir düğüm de söz konusu değildir. Metni zinde ve ayakta tutan incinen, yorulan ve inancını kaybedenlerin yine de adalet ve iyilik inadıyla meydan okumalarıdır. Behzat Ç. çok gücenmiş yorgun kitlelerin sessiz isyanlarını vücuda getirir. Bu yüzden uzatmaz, süslemez, yumuşatmaz ve olduğu gibi ifade eder. Kalbi paramparça iyi insanların cümlelerinin uzun ve yazım kurallarına uygun olması da beklenemez zaten! Derin varoluşsal sorunlar yaşadığından değil büyük travmalarla parçalandığından konuşmaları kısa, sert ve popüler kültürden uzaktır. Ancak o kadar sevilir ki Behzat Ç. ile birlikte ‘Angara’ şivesi popüler olur ve her cümlesini ‘diyemedim ya la’ diye bitirmek ve entel entel konuşurken araya bir “la” hecesi sıkıştırmak moda olur. Behzat Ç.’nin dili egemen estetik ve etik değerler yerine kısacık nidalar ve yerel bir ağızla insanoğlunun evrensel psikolojisinin gizil dünyasını açığa çıkarır ve böylece kendi güçlü etik ve estetiğini oluşturur. Sonuçta var olan yerel bir konuşma üslubu görünür olmaya hak kazanmış ve başrole kurulmuştur.
Bu dil Ankara’nın modernleşen yapılarında yan yana yaşayan ancak iç içe geçmeyen geleneksel ile sözde modernin refleksli iletişiminin de örneğidir. Ne yazık ki televizyonda herhangi bir bölgenin ağzıyla konuşanlar köylü, eğitimsiz veya doğrudan komedi unsuru oluşturan karakterlerdir. Başrolde şiveli konuşan karakter olmaz ve eğer olursa genellikle gülünç hallere düşen, bilgisiz, kaba veya yetersizdir. Oysa Behzat Ç. düzendeki sahte ahlak dayatmasına ve sözde medeni dünyanın süzme kibarlığına karşı huzursuz, yabancı ve refleksli bir dille karşılık verir. Bu ağız sistemin içinde oldukları halde kendilerini içinde hissetmeyenlerin aktarıcısı ve kültür taşıyıcısı olarak ilk defa sahiplenilir.
Kelimeler, doğrudan anlamlarından çok telaffuzu ve vurgusuyla sembolik değerler ve göndermeler içerir. Bu dil belki de bir gün bile takım elbise giymeyenlerin, giyseler de üzerinde taşıyamayıp emanet duranların dilidir. Gramersiz konuşan ailelerin çocukları olmaları bir yana, böyle bir eksiklik içinde de değillerdir. Ne de olsa ‘O bebelerle işleri olmaz’! Sonuçta ‘seviyorum merkez’ diyen bir polisiye elbette aralarından diliyle, aksiyonuyla ve yaşam tarzıyla sıyrılır.
Şenay Tanrıvermiş
(7. Sayımızdan)