Sabahında aldığın ölüm haberinde tuttuğun yasla gözyaşı, öğlen sıcağında kururken bir gazete yaprağında kaskatı, televizyonların duvak tiryakiliğinde düğün konseptine bağlanıp akşamüstü meydanlara inen pötikare ceketlilerin siniriyle durmaksızın uykusuzluğu tetikler. Bundandır gün boyu hepimizde bir Mona Lisa gülüşü. Uykularımız kırık, kalbimiz kaçık bir ilmek…
Kolay değil şimdilerde herkesin çayından içmek. Öyle ya, bizim de serumumuz karışmaz her kana. Yani diyelim, uymazsa köprüne onların suyu, diyemezsin senin heyben dar, diyemezsin senin heybende kan var. Bir ihtimal de mümkündür; köprüleri yakmak da var. Ama susarsın çoğu zaman, sükût da altındır çünkü, öyle diyen de var. Öte yandan ‘zulme susan da zalim kadar suçlu’. – Dur, kızma hemen – Karşımızda aynalar…
Dali’nin eriyen saatinden damlayan zaman karmakarışık dövmeli sırtımıza. Bir rüya içinde gibi sere serpe dolanıyoruz etrafta. Ya çok hızlı geçiyor gibi ya hiç geçmiyor gibi vakit. – ortamız yok – Dağınık objeler, zihnimiz çıfıt çarşısı. Hem saatlerin bir önemi kalmadı, saatler cisimsiz. Boynumuzda görünmez bir tasma yahut süresi boş kâğıda imzalanmış bir bomba. Kimin çivisine basarsan tahta köprüde, çekecekler gibi çivini. – hep tetikte – Çağın kara maskesi çünkü yaşam kapitalist. Mazur gör, biliyorsun; kapitalizm örgütlü madde bağımlılığı. Kötü şey sigaradan falan. Fazlası elbet zarar.
– toplumsal şizofreni – Yalanlanırken göz önünde olup biten her şey, aklından şüphe ettirir düzen. Saatler erir. – saatler mühim değil – İnsan kalbi bir insanı tanımaya üşenecek kadar dakik şimdi. Aklımızda kalıplar; şahlanan at yelesi. Yüksekten düşmekteyken, mesafe değil hissedilen, sadece rüzgâr ve göğüs kafesi. Kavramlar da erir saatler gibi. Sadakat yeniden biçimlenir; aşk, sevgi, inanç yeniden. Tekrar tekrar üzeri karalanıp yeniden yazılır sözcükler. Yeniden tanımlanır siyaset, ideoloji, doğru, yanlış, hak ve adalet. Kâğıtlar yazıp yazıp silmekten delik deşik. Zihnimiz gibi… Kimse ne olduğunu bilmiyor hani durup sorsan ki ‘nasılsın?’, cevabı mümkün; ‘ne gibi?’.
Bir gün sonra gördüklerinle bir, hepten yalandır önceden bildiklerin. Yalandır, şu iki gözünle gördüğün dünya kadar. Dünyadır, kaç kelime bildiysen işte o kadar. Kaç köşesinden döndüysen, evren o kadar büyük. İçimizde volkandan taşar gibi bir sancı. ‘Bir çocuğa yedi rengi, bir arada işaret edemediğimizden’. – Hani öyle diyordu ya Akova – İki kurşun deliği avucumuzda. Olacak gibi değil, geçmez. Marquez’e kulak verip okuruz hiç durmadan. Onlardan da olmayız öbürlerinden de. Biz ‘hâlâ şiir okuyanlardan’ kalırız. – bir volkandan taşar gibi bir sancı – Hıristiyan olsak stigmata der, yürürdük oradan ama olmaz. Ellerimizde hâlâ kan… Biz nereden tutsak konuyu, habire kana bulaşırız o yanından.
Bilirsin, bizim gibilerin kalbine sıçrar, öte diyarda vurulanın kanı. Bilirsin, bizim gibiler hazin bir mıknatıs gibi öte evlerin acısını toplar da ağlar. Bilirsin, bizim gibilerinin elinde kılıç durmaz. Dursa dursa kalem durur, onu da dönem dönem kırarlar. Bize türküler kalır, bize şiirler kalır, bize hâlâ sevmeyi bilen bizden birileri kalır. Yapılacak en iyi iştir o zaman, tutup bir dost çevirmek yoldan. En iyi iştir bir bardak çayla içindeki ejderhayı ıslatmak. Şöyle bir balkon sefası, bir iki cam açıp cereyanında yatma senfonisi, aklıselim adamın öfkesinden hemen kırbacı çeker. En mümkünüdür şimdi konuşa konuşa göğsündeki sandaldan kaplanları, filleri ve bir başka garip yırtıcıları evlerine salmak. Ve kendini salmak, suyun buz mavisine. Çünkü alnımıza çalınan bu kanın izini ancak su götürür izinden, ansızın beliren bu yaranın sızısı bir tek yosuna takılır, kalır. Şimdi bir deniz görsek geliriz kendimize.
Bilirsin; bizde kötü rüyalar suya söylenir. Çünkü su gevşetir ruhunu omurgana sabitleyen mandalları. Elin yansa, su geçirir. Bileklerine değse su, kanındaki atı dizginler. Şakaklarına dokunsa, damarındaki sinir ardına yaslanır. Bilirsin, bizde nazara gelince güzellikler, duası okunur, göğün mavisine bakılır. Sonsuz mavi, rüzgârıyla alır götürür hastalığı, sıkıntıyı. Derin bir nefes çekilir, iç açılır.
Durduk yere bir dağ yamacı çekerse can: – uçurtması dolaşmışsa ruhun, metropolün elektrik direklerine – Piknik mecburi. Çünkü bilirsin bizde göbek bağı ağaç diplerine gömülür. Yeşilin koynunda kader bilenir. Kök salsın diye dünyaya umut, bir ağaç gibi tek ve hür yetişsin diye evlatlar, bir orman kardeşçesine sevilir. Hem öyle ya, bizde ne zaman insanın aklına gelse ölüm ‘bir ağacın gövdesine sarılınır’. Bizde kalbin daraldı mı bir yürünür gelinir yeşilliklere. Oradan hemen suya bakılır, dönülür.
Yani diyeceğim o ki, tam da şu zamanlarda, ölüm köşe başını tutmuş, kinin buhuru ciğerleri yakmış, vicdan çeyizlik gümüşlükte tozlanmaktayken; yeşile bakmak, suya dokunmak, toprağa basmak ve göğün mavisini ciğere çekmek mümkünse en doğru karardır. – aklı otomatik pilota alıp şöyle bir an sakin kalabilmek için -.
Topla yüzünü. Piknik Mec-bu-ri.
Nur Neşe Şahin
Çizim: Pınar Bal
(Masa Dergi 2. Sayıdan)
Şiirsel bir dille hikayeleştirdiği ve üstünü buğudan bir eşarpla örttüğü toplumsal ve kişisel acıyı dile getirirken kullandığı metaforların zenginliği gözlerimi ışıldattı. Yapmacıksız ve kendi içinde gerçekten beliren imgeleri yüzeye taşırken yaptığı benzetmeler, bazı yazarların şiirlerinde okuduğum boğucu, zorlama mecazların tam zıddı bir etki yarattı bende, zevk aldırdı. Kendine has üslubu ortaya çıkmış genç bir yazar… Ara sıra kelimelerden taşlarına takılıp tökezliyoruz ve sonra geri gidip tekrar aynı adımı atıyoruz. Bu bize zihin cimnastiği yaptıran hamleleri biraz azaltırsa, yorucu bir egzersizde değil, anlattıklarını hem onun hem de kendi bakış açımızdan izlemeye derinden düşünürken daha rahat devam edebiliriz.
Yaşamın her türlü üzücü konularına sıkça değinen karamsar bakış açısına rağmen, bize sunarken kelime ve mecazlarını o kadar geniş bir spektrumdan seçiyor ki, keyif almamak mümkün değil. Batıl inançların akla yatkın açıklamalarından tutun, sanata ve hatta bir korku filminin dehşet veren sahnelerine kadar.
En çok beğendiğim, içimdeki bana ait olana en çok hitap eden şu iki cümleyi sizlerle paylaşmak istiyorum: ‘Kaç köşesinden döndüysen, evren o kadar büyük.’ ve ‘En iyi iştir bir bardak çayla içindeki ejderhayı ıslatmak.’
Neşe, yazın çok güzel. Kısa bir yorum yapayım derken bir eleştirmen gibi uzatmışım.
Ayni yerden bakabilmissek, cumleler dokunabilmisse ayni bosluga, ne mutlu!
Onur duydum, ne guzel kelimeler oyle… Cok tesekkur ederim