Duymayanımız yoktur; “Türk edebiyatının lirik prensesi” ve “Gamlı prenses” derler onun için. Ama yanlış bir yakıştırmadır bu. Çocukluğundaki soğuk geceleri anlattığı kitabını okursanız, babasının kral olmadığını anlarsınız. Yaptığı ve sonlandırdığı evliliklerini bilirseniz, mutlu mesut sonsuza kadar yaşadığı bir prensi olmadığı da… Yaşam standartlarında ise ne masallardaki gibi yaşamış ne de masal kovalamıştır. O bağımlı ve kökleri olan bir hayat yerine, her türden baskı yaratan sınırlarla savaşmıştır. Hayata dair ne varsa irdeleyen, kalıpları kıran, yerleşik değerleri sorgulayan özgün ve özdür bir yazardır. Haliyle bu yazı, kendi devrimi yaratmış bir kadının, Tezer Özlü’nün anlatısıdır. Bir prenses masalı değil.
En sevdiği yazar Cesare Pavese’den tam otuz beş yıl sonra aynı gün, takvimler 1943’ü gösterirken Kütahya’nın Simav ilçesinde dünyaya gelir. O, “Bir ana ve babadan olma değilim. Bir yaban otu gibi Anadolu yaylasında bittim.” sözüyle anlatıyor varoluşunu. Onun hayata bakışı ve yaşayış biçimi ne doğduğu yılla, ne de yaşadığı topraklarla biçimlenir. Türkiye’de vesikayla ekmek dağıtıldığı, dünyanın savaştan bitik çıktığı günlerdir. Dönemin kitaplarında ya devrimci bir başkaldırı kaleme alınır ya da kurmaca bir hikâye. Ama Tezer farklıdır. Kendi içerisindeki devrimi başaramadan toplumsal konularda ahkâm kesemeyeceğini düşünen, kurmaca romanlar yazmadan önce kendi hikâyesini yaşaması gerektiğine inananlardandır. “Dört bin nüfuslu bir Anadolu kasabasında dünyaya bakmayı öğrendim. Altı yaşımdaydım. Dünyanın sonsuz büyüklüğünü hissettim ve gitmem, çok uzaklara gitmem gerektiğine inandım.” diyerek başlar kendi devrimini yaratmaya.
Anlatımımı çoğunlukla onun kendi cümleleriyle biçimlendirmek istiyorum. Bu bir kolaya kaçış değil, bu onun ruhunu açışına duyduğum saygı. Kim anlatabilir ki onu ondan başka hissi veren yazarlardandır Tezer Özlü benim için. Yaşamıyla yazdıkları bu kadar iç içe olan yazarlara çok sık rastlanmıyor. O korkmadan, çekinmeden, tüm içtenlik ve cüretiyle ‘ben böyleyim’ diyebilen ender yazarlardandır. Yani, Tezer Özlü’nün yazdığı kitapları okumak, Tezer Özlü’yü okumaktır. Birçoğumuz kendimize bile dürüst olamazken, o kalbini tüm insanlara açar. Kalemiyle kendini yalansız ve riyasız anlatırken aynı anda da toplumun bütün sahte değerlerini kıyasıya eleştirip, yüzlerinden maskeleri çekip alır. İlk olarak kendine yönelttir eleştirel bakışlarını; kendine sansür uygulamadan yazarak bir özgürlük ufku açar önce. Sonra da bu ufku genişleterek toplumun dayatmalarına, baskılarına, sahteliklerine, ikiyüzlülüğüne açar savaşını. Farklı olmanın, aykırı kalmanın bedelini yaşamı boyunca zorluklarla ödese de, bugün Türk edebiyatının en çok okunan yazarlarından biri olma başarısının temellerini o yaşanmışlıklarla oluşturur. Tezer kendi hayatından deneyimleyerek yaşamdaki boşluğun anlamını arar;
Düzen ve güven kadar ürkütücü bir şey yoktur. Hiçbir şey. Hiçbir korku… Aklım en acı olana, en derine, en sonsuza atmışsan korkma. Ne sessizlikten, ne dolunaydan, ne ölümlülükten, ne ölümsüzlükten, ne seslerden, ne gün doğuşundan, ne gün batışından. Sakin ol. Öylece dur. Yaşamdan geç. Kentlerden geç. Sınırlan aş. Gülüşlerden geç. Anlamsız konuşmaları dinle, galerileri gez, kahvelere otur -artık hiçbir yerdesin.
Ailesinin İstanbul’a taşınmasıyla Avusturya Lisesi’nde okumaya başlar. Avrupalı öğretmenlerinden gördüğü eğitimle 1950’lerin Türkiye’sinin ortasında, batı ve doğu kültürünün çatışmaları arasında geçer lise hayatı. Ancak Tezer bu çatışmaları sorgulayıcı zekâsıyla bütünleştirir ve lise yıllarında dünya yazarlarının neredeyse tamamını okur. O düşünmek ve sorgulamak konusunda içi içine sığmayanlardandır. “Şunu öğrenmelisin: Sen hiçbir işe yaramaz değilsin. Seni senden çalan toplumdur.” düşüncesiyle toplumsal alışılmışlığın kabuğunu kırmaya çalışır her zaman. Çok sevdiği yazarları orijinal dilinden okuma isteğiyle bu yıllarda Almanca’sını geliştirir. Sonraki yıllarda da Ingmar Bergmann ve Franz Kafka gibi yazarların kitaplarını dilimize kazandıracaktır. Dostoyevski, Tolstoy, Çehov, Steinbeck, Hemingway, Camus, Sartre gibi yazarların tüm kitaplarını okumuştur ve kendini varoluşçuluk akımına yakın hissetmeye yine lise yıllarında başlar. Ruhu yeryüzüne yabancılık çekmeye başlar dönemde. “Ve bana geceler yetmiyor. Günler yetmiyor. İnsan olmak yetmiyor. Sözcükler, diller yetmiyor.” diye yazar defterine. Kitaplarda iz sürer, yaşamını bir nebze olsun kolaylaştıracak püf noktasına erişmeye çabalar. Bir yandan da bir sürü iz düşümünü, belleğine ve defterine aktarır. Daha o yıllarda bile varoluşa en asil isyanın adı olur Tezer. Yaşamdaki kişiler yerine ona duymak istediğini söyleyen edebiyatçılara kulak verir;
Bütün yaşama cesaretini ölülerden alıyorum. Alıntılarında yaşadığım ölülerden. Bu kahrolası dünyayı, yaşanır bir dünyaya dönüştürmeyi başarmış ölülerden. Dünyanın her ihtiyacı olan olguyu vermiş, söylemiş, yazmış ölülerden.
Hayatı sorgulaması, tek dostluğu ölülerde ve onların kitaplarında bulmasıyla yaşamla ilişkisi iyice zayıflar. Defterine “Yaşansa da olur, yaşanmasa da.” yazmasının ardından 18 yaşında intihara kalkışır. Ardından konulan Manik Depresif (Bipolar Bozukluk) teşhisiyle yaşamının sonuna kadar psikiyatri klinikleri ikinci evi olur. Bu yıllarda canını en çok uykusuzluk yakar. “Gece, gündüzün devamı değildir.” yazar defterine. Bazı insanlar hayata daha hassas, daha kabuksuz doğarlar. O nedenle kimilerinin gözüne bile değmeyecek bazı şeyler, diğerinin ruhunda çılgın dalgalar oluşturabilir. Sanki doğduğu günden beri Tezer’in ruhu yeterince ışık göremez. O hassasiyet yüreğinin ortasında huzursuzluk olarak hep oradadır, odalara, kentlere sığamaz, duramaz. Belirsizlikler arasında belirlemeye çalışır yaşamını. Bu da onu yazar yapan en büyük etkenlerden olur. O günlerde yazdığı her satırda acısını haykırır. Sanki zehirli doğan ve bu zehri satırlarına aktaran, dünyaya karşı umutsuzluğunu, uyumsuzluğunu kelimelere döken, edebiyatımızın en iyi kadın kalemlerinden birinin doğuşu o günlerde başlar. Onun derdi iyi yazmaktan öte, kendini anlatmaktır. “İnsanın kendi dünyası dışında yaşayacağı bir dünya yoktur.” der satırlarında. Hastalığıyla üstüne saldıran dünya canını acıttıkça yazar. Yazıyı da sorgular. Sözcükler ona hep yetersiz gelir. Ama onlardan başka sığınacak bir yerinin de olmadığını hisseder. Onu okumak yaşamın anlamını ya da anlamsızlığını sorgulamaya iter okurunu. Acıyı bilinçle çoğaltır, duru gerçekliği kusarak yazar Tezer. Varoluşçu bir edebiyatı yaratmak için ihtiyacı olan sonsuz kederi vardır;
İnsanın başkalarına söyledikleri kendi duymak istedikleridir. Yazdıkları, okumak istedikleridir. Sevmesi, sevilmeyi istediği biçimdedir.
Yaşadığı her anı, hissettiği her duyguyu çıplak bir gerçeklikle kaleme alır. Türk edebiyatının cinselliği en arı biçimde yazan yazarlarındandır. Okurlarından kendisini saklamaz, açık ve nettir. Kendisiyle konuşur gibi akıcı, sade bir Türkçeyle duygularını dışa vurur. Defterine; “Gitmem gerek. Yeni resimler görmem gerek. Benimseyeceğim, içimdeki kıpırdanışları dolduracak bir resim bulana dek gitmem gerek.” yazar ve 19’unda otostopla Avrupa yolculuğuna çıkar. Her daim yollarda olmayı seçmesi onun cesaretinin ve sınır tanımazlığının en büyük göstergesidir. Yaşamı, gitmek olarak anlamlandıracak kadar özgürlüğüne düşkün olan Tezer, gittiği yerlerde birçok toplumsal ve kültürel çıkarımlar yaparak, kitaplarında bunlara yer verir. Yabancılaşma ve toplumdan ayrıksı bir yaşam sürme isteği, gündelik ve popülist imajlar, toplumun dinamikleri, hayatın kuralları ve savaş karşıtlığına dair notlar biriktirir bu gezide kendine. İlk evliliğini bu yolculuğu sırasında Paris’te tanıştığı Güner Sümer’le yapar. Sümer, Ankara Devlet Tiyatrosunda çalışmaya başlayınca Tezer de dergilere, gazetelere yazılar yazıp, çeviriler yapar o yıllarda. Ankara Devlet Tiyatrosunda Sümer’in yönettiği Brendan Beehan’ın Gizli Ordu oyununda rol alır. Ancak hızlı verilen bu evlilik kararında mutluluk ve huzuru bulamaz. “Neden bunalımları çözemiyoruz? Neden dost olmadan, erkek – kadın, karı – koca olmaya çabalıyoruz?” diye yazar o günlerde. Ardından ruh sağlığı tekrar bozulmaya başlayınca evliliğini bitirip ailesinin yanına İstanbul’a taşınır. Boşanmanın ardından kocasına dolan duygularını yine tüm açık yüreklilikle kalemiyle haykırır; “Karı koca olamadık. Gerçek dost da olamadık. Bir kitapta okumuş, bir filmde izlemiş gibiyim beraberliğimizi.” Bir şeyi terk ederken duraksamayan, dönüp ardına bakmayan insanların gidişi gibidir onun gidişi. Bir daha hiç geri dönmeyenlerin gidişi gibi…
– Sana ne oldu? Sensiz yaşayamam.
– Yaşarsın. Herkes herkessiz yaşayabilir.
25’inde yönetmen Erden Kıral’la ikinci evliliğini yapar. Bu evliliğiyle ilgili olarak o günlerde; “…bu adamla, beni doktor ve kliniklerin eline bırakmasın diye evlendim. Evlenirken ondan tek isteğim bu oldu. Hastalanırsam evde kalmak, plaklarımla, kitaplarımla, sevdiğim bir iki eşyayla olmak ve çay içebilmek istiyordum.” diye yazar. O yaşamında hislerini kılavuzu yapmıştır. Sevgi isteği ve arayışı, kendi kendine yaşamı kanıtlama dileği kadar büyüktür. Ancak ardından gelen dört yıl hastalığının en çok nüksettiği yıllar olur. Sık sık kliniklerde tedaviye alınır, ataklar geçirir. Elektroşok tedavisinin hafızasının silinmesine sebep olduğunu bildiği halde yaşadığı o zihinsel acıdan kurtulmak için bu tedaviyi defalarca kabul eder Tezer. Bu onun ne denli ağır tahribatlar yaşadığının göstergesidir. 29’unda sağlığı iyileşir ve ilaçlardan kurtulur. O günlerde “Beni iyileştiren, ne şok ne de ilaçlar. Beni iyileştiren, bu kliniklere bir kez daha kilitlenme olasılığının verdiği büyük ve derin korku.” diye yazar. Tedavi süreci boyunca en yakın arkadaşı kitapları ve yazdığı öyküleri olmuştur. O günlerde evlilikle ilgili düşüncelerini mektubunda Leyla erbil’e şöyle yazar;
Bizler belki de kendi kendilerine yaşaması gereken, ama belki de toplumumuz buna elvermediği için evlilikler yapan kadınlarız…
O uyum istemiyor hayattan, yalnızca var olmak istiyor. Gidiyor, sınırları zorluyor. Düşünce derinliği, tecrübe, kıvrak ve renkli bir üslupla da kâğıda döküyor bunları. Hayallerini, ayrılıklarını, aykırılıklarını… Sanki ipini kopartmış bir uçurtma gibi yaşıyor hayatını. Kelimeleri zırh ediniyor kendine. Aynı anda özlem ve yalnızlıkları düşünürken; gidenleri, gelenleri, bölünenleri, ölenleri, doğanları, büyüyenleri, yaşamak isteyenleri ve yaşamak istemeyenleri anlatıyor. Kendini hep yalnız hissediyor. Severken, sevilirken, sevişirken hep yalnız… Bu yüzden de yaşamı ölümle hep dirsek temasında geçiyor. Ölümle yaşamın tam ortasında salınıp duruyor. Hastalığının yarattığı ruh haliyle karamsar olana, karanlık olana meylediyor kalemi. Keskin karanlığıyla okuyucuyu da etkisi altına alıyor. Depresyonun etkisiyle yalnızlaşıyor, yabancılaşıyor. Yabancılaşmanın getirisi de bastırılmış normları hortlatıyor en yalın haliyle. Tezer Özlü yaşadığı dönemin alternetif sesi olur. Türkiye’de kadın olmanın en zor olduğu dönemlerde, farklı yaşamı ve düşünceleriyle kimliğini korkusuzca ortaya koyar. O yaşama ait buz dağının görünmeyen kısmını büyük bir ustalıkla kaleme alır. Şimdi yazanlar, iyi yazanlar, iyi yazmasalar bile iyi yazacaklarını hissettirenler farkında olmadan onu yeniden üretiyorlar, ona benziyorlar. Çünkü Tezer akranlarından ve çağının kaleminden ötede şeyler üretmiştir.
Hayata sarılmak, iki elle, tüm bedenle yapılması gereken bir eylemdir. O tek elini boşlukta sallar, tutunduğu –ama o tek elle şaşırtıcı derecede sıkı tutunduğu- hayatta oradan oraya salınır durur. Hem yorucu hem de eğlenceli… Her an düşme riskiyle de kalemini diri tutar. İyileşmesinden bir yıl sonra bir kız çocuğu dünyaya getirir. Kızına bir yıl önce idam edilen Deniz Gezmiş’ten yadigâr olarak Deniz ismini verir. Bu yıllarda edebiyat dergilerinde öyküler yayımlamaya başlar. Çeviriler yapar, makaleler hazırlar. 35’inde öykülerini derlediği ilk kitabı Eski Bahçe yayımlanır. 37’sinde yayımlanan ilk romanı Çocukluğun Soğuk Geceleri’nde ev ve gitmek kavramlarını, çocukluğunun ve ailesinin yaşama bakışındaki yönlenişini açık yüreklilikle anlatır. Çocukluğundaki sıkıntıları ve anılarıyla yüzleşir. Bu kitapta edebiyatın derinliklerinde, kendisiyle çırılçıplak kalabilmiş bir benlikle döker içini. Kendi trajedisini görmekten ve onunla yüzleşmekten korkmayan yazarlardandır o. Bizlere içinde büyüdüğü aile ortamıyla ilgili ipuçları verir. Küçük burjuva bir sınıfa ait olmaktan hoşlanmadığını yazarken, onu asıl rahatsız eden, insanların ayrıştırıldığı sınıflandırmalardır. Yaşadığı bunalımlı yılların yarattığı ağırlığı, imdat çığlıkları misali kitabına aktarır. Kendine bir türlü yer edinemeyişini, çarkın bir parçası olamayışını, tüm kalıplaşmış yargılara, ezberci düşünce sistemine, şekilciliğe karşı duruşunu betimler kalemi. Şu yazısında da özetlediği gibidir aslında ve bence çağa dair söylenecek her şeyi söylemiştir;
Sizin düzeninizle, akıl anlayışınızla, namus anlayışınızla, başarı anlayışınızla bağdaşan hiçbir yönüm yok. Aranızda dolaşmak için giyiniyorum. Hem de iyi giyiniyorum. İyi giyinene iyi yer verdiğiniz için. Aranızda dolaşmak için çalışıyorum. İstediğimi çalışmama izin vermediğiniz için. İçgüdülerimi hiçbir işte uygulamama izin vermediğiniz için. Hiçbir caba harcamadan bunları yapabiliyorum, bir şey yapıldı sanıyorsunuz. Yaşamım boyunca içimi kemirttiniz. Evlerinizle. Okullarınızla. İş yerlerinizle. Özel ya da resmi kuruluşlarınızla içimi kemirttiniz. Ölmek istedim, dirilttiniz. Yazı yazmak istedim, aç kalırsın, dediniz. Aç kalmayı denedim, serum verdiniz. Delirdim, kafama elektrik verdiniz. Hiç aile olmayacak insanla bir araya geldim, gene aile olduk. Ben bütün bunların dışındayım.
Evlilikte aradığını yine bulamaz. Uzaklaşmak için 38’inde kızını da alarak Almanya’ya yerleşir. O yıl yakın dostu ve yayımcısı Ferit Edgü’nün yazdığı, “Hakkâri’de Bir Mevsim” filminin Berlin Film Festivali’nden Gümüş Ayı kazanmasında büyük çaba sarf eder. Bu yıllarda başta Berlin ve Venedik olmak üzere Avrupa’daki film festivalleriyle ilgili eleştiri ve değerlendirme yazıları hazırlar. Yurt dışında olduğu süre boyunca sanat etkinliklerinin içerisinde yer alır ve bu yazıları, Milliyet Sanat gibi dergilere göndererek Türkiye’de yayımlatır. Bu çalışmalar onun seçkin ve entellüktüel kimliğinin, üretme çalışkanlığının göstergesidir. Anı tarzında özgün metinler üretmeye de devam eder o yıllarda. 38 yaşında bir çocukla yurt dışında yalnız bir kadının, hayatın yükü ziyadesiyle omuzlarına binmiş bir insanın içindeki her şeyi sayfalara boşaltır. Türkiye’nin içinde debelendiği siyasi karışıklık, onu İstanbul’a dönmekten alıkoyarken “Burası bizim yurdumuz değil ki… Burası bizi öldürmek isteyenlerin yurdu.” diye yazar mektubunda Leyla Erbil’e. Tezer Özlü’nün vefatından sonra Leyla Erbil ona gönderilen mektupları düzenler ve yayımlatır. Çünkü iki dost birbirlerine bir taraf ölürse mektuplarını yayımlatmanın sözünü vermişlerdir.
O yıllarda Almanya’da tanıştığı İsviçre asıllı sanatçı Hans Peter Marti ile birbirlerine âşık olurlar. Aslında, diğer evliliklerinde yıllarca bulamadığı huzuru, en nihayetinde Hans Peter ile yakalar. Bu beraberlik sırasında kendini bildiğinden beri en sevdiği üç yazar olan Pavese, Svevo ve Kafka’nın öldükleri şehirlere iki haftalık bir yolculuk yapar. Pavese’in intihar ettiği odada kalır. Kafka’nın Prag’daki mezarı başında çocukluğunu, ailesiyle olan iletişimsizliğini hatırlar. Çünkü Kafka da aynı kendisi gibi babasının baskısıyla, dönemin siyasi ortamının gerginliğiyle ve içe dönük yaşamıştır hayatını. O dünya üzerindeki tüm şehirleri görmek aslında oralarda olması gerektiğini hissetti yerlerde kendini görmek için dâhil etmiştir hayatına. Tezer Özlü de kendini görmek için yaşayanlardandır. Bu yolculuğun sonunda 1983 yılında Almanca yazdığı “Bir İntiharın Peşinde” isimli romanı yayımlanır. Bu romanıyla Marburg Edebiyat Ödülü’nü kazanan ilk Türk yazar olur. Türkçeye “Yaşamın Ucuna Yolculuk” ismiyle çevrilir ve yakın dostu Ferit Edgü tarafından yayımlanır.
Tezer Özlü kısa ömrüne üç kitap, gazete ve dergilerde yayımlanan yazılar ve mektuplar sığdırır. Leyla Erbil’e yazdığı mektupların birinde, “Şimdilik hiçbir şey yazmıyorum, not bile almıyorum. Biliyorsun, bizim içimizde bir kitabın oluşması yıllar sürer.” demiştir. Ömrünün 20 yılını yazarak geçirmesine rağmen yaşamından önce yayımlanan 3 kitabı ve ardından derlenen 2 mektup kitabı vardır yalnızca. Her yaz bir kitap çıkarmak, ona göre değildir, çünkü yazarlığı çok ciddiye alır. Son olarak yurt dışında olduğu yıllarda Türkiye’deki dergilere gönderdiği kültür, sanat ve edebiyat yazılarını derleyip kardeşi Sezer Duru kitaplaştırır. Yeryüzüne Dayanabilmek İçin, onun bir kültür gözlemcisi olarak çevresindeki sanatsal ve yazınsal olaylara karşı duygu ve düşüncelerini barındırır. Bu kitapta yazmayı yaşam felsefesi haline getirişini şu sözlerle anlatır;
Neden yazılır? Dünya acılı olduğu için yazılır. Duygular taştığı için yazılır. İnsanın kendi zavallılığından sıyrılması çok güç bir işlemdir. Ama insan bu, bir kez bu zavallılıktan sıyrılmaya görsün, o zaman yaşamı kendi egemenliği altına alabilir. İşte böylesi bir egemenlik, bir iki kişiye daha anlatmak için yazılır ya da kendi kendine kanıtlamak için. Çünkü insanın kişisel özgürlüğü, kendi dünyasına egemen olmasıyla başlar. Dünyasına egemen olan insan, acıları coşkuya, bunalımı yaratmaya, sevgisizliği sürekli aşka dönüştürebilir. Ben, dünyaya egemen olmayı edebiyatla öğrendim.
Nedenlerle geçen bir hayat iyileşmiyor ne yazık ki. Kelimelerinden, kelimeleri cümle yapışındaki inceliğinden ve kırılganlığından tanıyorsunuz onu. Seviyorsunuz, hatta onunla birlikte üzülüyorsunuz çoğu satırında. Biliyorum ki birçoğumuzun dili oldu ve yerimize konuştu o. Kendisi nasıl ki edebiyatı bir özgürlük alanı olarak görüyorsa, okuyanlar için de kendisi bir özgürlük alanı oldu. Onu okuyup geçip gidemezsiniz, hayatınıza öylece devam edemezsiniz. Bir şeyler değişmiştir. O acıyı yaşamış ve elle tutulabilir şekilde anlatmışken kayıtsız kalamazsınız duygularına. Bir yazar 70 sayfada dünyayı anlatabiliyorsa bu kadar yoğun elbette şapka çıkartılır. Kısacık bir romanla insana hayat görüşü kazandırabilecek kadar içten, dünyayı sorgulatacak kadar sarsıcı. Okuduğunuzda düşündükleriyle, düşünceler arasındaki geçişleriyle, hissiyle, acısıyla, ifade ediş biçimiyle kendisine belki de en yakın hissettirenlerdendir. O kendi dünyasına egemen olmayı edebiyatla öğrenir. Tezer Özlü gerçekten de iç üşütür, ama bu üşütmenin soğuk gecelerinde sizi yalnız bırakmaz, hiç de ışıkta olmayan bir mum gecesiyle size yön gösterir. Edebiyatın gücünü fark edersiniz bir kez daha. Şiirsel bir dili vardır, şu satırların şiir olmadığını kim söyleyebilir ki;
Bir yüksekliğin, bir başıma olduğum bir yüksekliğin en ucundayım. inemiyorum, yaşayamıyorum, ölemiyorum.
41 yaşına geldiğinde yaşamının sonuna yaptığı yolculuğun son durağına gelmiştir. Göğüs kanseri teşhisi konur ve bu hastalık aynı zamanda uykuya dalmış eski hastalığını da uyandırır. Derin bir depresyonun içinde bulur kendini. Acılarının son bulması için hastane hastane, klinik klinik gezer. Leyla Erbil’e o günlerde yazdığı mektubunda “Yüzdoksan yıl yaşadım, görecek ne kaldı” der. Bu mektuplarda hastalığının kendisinde yarattığı tahribatı da anlatır. Fotoğraflarına baktığımızda o yaşanmışlığı, yaşlanmışlığı, hüzünlü gülümsemeyi hissederiz. Dümdüz saçlarıyla bize gülümseyen kadının yaşı yok gibidir.
Kansere yalnızca bir yıl direnebilir. Yaşamın ucuna yolculuk yapmayı kalanlara bırakıp 42 yaşında, ülkesinden uzakta bir otel odasında, yalnız başına yaşama veda eder. Bu dünyadan sessiz sedasız ayrılır ama yazdıklarıyla ardında bir çığlık bırakır.
Herhangi bir yerde, herhangi bir zamanda yaşamım bitti. Bilmiyorum nerede, ne zaman. Ve işte o bittiği yerde başladı. Acının sonunda… Acı ile…
Gamze İyem
(7. Sayımızdan)