Bülent Emin Yarar Tiyatroya Hediyedir

 

Bendeki sözler işe yaramıyor Bülent Emin Yarar’ı anlatmak gerekince. En iyisi anlamı ucuz etmemek. Onunsa sihirli sözcükleri var. “Bravo” diyor, “çok iyi oynadın”, “tebrik ederim”… Güzel şeyler söylüyor. O zaman güzel şeyler oluyor. Çoğulcu şarkılar diline çok yakışıyor. Anlattıkları gerçek. Eğilip bükülmeden, olduğu gibi söze geliyor. İnsan hiç mi kendini kayırmaz! O kayırmıyor. Ben de söylediği her sözün kefili oluyorum. Kalbinden konuşanlara inancım tam çünkü.

Bıçağın kemikte olduğu bugünlerde, en güzel ne varsa hayata dair, o kalacak geriye, sanat kalacak, bu pis toz duman gidecek. En fazla yara izi gibi bir şey kalacak, utancı başkasında asılı. Söyleyeceklerim bundan ibaret.

Konservatuvardan mezun olunca Diyarbakır Devlet Tiyatrosuna gidiyorsunuz. Ve orada yaklaşık 30 oyunda oynuyorsunuz, yönetmenlik de yapıyorsunuz. Işıl Kasapoğlu’nun gelişi orada bir şeyleri değiştiriyor. ‘Halkın anlayacağı’ temsiller yerini ‘Macbeth’e bırakıyor.   

Sanıyorum 1993 yılıydı, Işıl geldi. “Macbeth yapacağım” deyince, “nasıl yani, ne  oluyor, fazla değil mi birdenbire Macbeth” dedik. “Arkadaşlar korkmayın; klasikler her zaman yerini bulur” dedi. Tabii Shakespeare deyince okulda da korkuyor insan. O kadar güzel bir ufuk açtı ki önümüze. Yeni bir okul gibiydi onunla çalışmak. Bu sefer “herkes kendi rolünü seçecek” dedi. O da alışık olmadığımız bir yöntemdi.  Öylece Macbeth serüveni başladı. Işıl, değdiği yeri değiştiren bir adam. Bizim gerçekten samimiyete ihtiyacımız var. Öyle böbürlenerek yaşayan insanlar olmamalı. Özellikle sanatla uğraşan insanların o kibirden mümkün mertebe arınması gerekir. İnsana sanatçı deyince, başka bir ünvan verilmiş gibi oluyor. Tam tersi oysa, ben sanatçıyım diyebilmek güç gelmedi. İşte Işıl onlardan biridir.

Sizin Macbeth yorumunuz Işıl Kasapoğlu’nun kafasını karıştırıyor.

On günlük bir çalışma yaptı, o çalışmanın içinde herkes her rolü oynuyor. Ben Lady Macbeth bile oynadım fakat bir türlü Macbeth’i oynama sırası bana gelmiyor. N’oluyor, gözden mi kaçıyor, unutuyor mu falan derken son iki gün kala tak diye Macbeth geldi önüme. Adana’dan yeni gelen bir arkadaşla birlikte bir sahne oynadık. Ben tam ne yaptığımı bilmiyorum ama sahne çok zengin bir sahne oldu ve çok yükseldim. Herkes kaldı, Işıl da kaldı. “Tamam, prova bugün bitti” dedi. Hakan Çimenser yönetmen yardımcısıydı. “Bülent”,  dedi, “adamın kafasını karıştırdın”. “E ben de onun için yaptım” dedim. Kafa karışıklığı güzeldir.

Ama siz Macbeth’i değil, cadıyı oynuyorsunuz. Rolünüzü seçemiyorsunuz yani.

Evet olmadı, o içimde ukde kaldı.  Bu sene de Macbeth’i yönetmek nasip oldu, yine oynamak nasip olmadı. Tabii bu işin şakası, ah niye onu oynamadım diye bir şey yok. Ama tabii hâkim olduğum bir tekst olduğunu biliyorum artık Macbeth’in.

Peki Ekip Tiyatrosu’yla çalıştığınız bu Macbeth nasıldı?

Ben yaz tatilindeyken Ekip Tiyatrosu’yla bir karşılaşmamız olmuştu. Sadece Cem Uslu’yu tanımıştım, onu sahnede seyretmiştim. Onun dışında, Ekip Tiyatrosu’yla içli dışlı bir hikayemiz olmamıştı ne yazık ki. Geçen sene yaz tatilinde, bir masa etrafında otururken onlara: “Arkadaşlar, sizi seviyorum, çok samimi işler yapıyorsunuz ama klasikleri de unutmayın. Siz ki öyle yetiştiniz okullarda. Uzaklaştıkça insan klasiklerden korkar, ben bunu yaşadım, biliyorum, size naçizane önerimdir” deyince, “Abi o zaman beraber bir şey yapalım” dediler. “Hadi Macbeth yapalım”. “Peki, tamam, yapalım”. Sonra İstanbul’a dönünce festival programına dahil oldu proje. Baktım işler ciddileşiyor. Benim için gerçekten çok iyi bir tecrübeydi. Yönetmenliği de ayırmıyorum. Tiyatronun içinde olan her şey, bence aynı hevesle, aynı zihinle, aynı aşkla yapılabilir diye düşünüyorum. Ben 10-12 kişilik bir organizasyon yaptım. Cem kadroyu daraltmamı isteyince yedi kişiye indirdik ekibi ve süreç başladı. Dramaturjisinde tam yerine koymadığım ama kafamda şekillenen, uçuşan şeyler vardı. Ekip Tiyatrosu’ndaki ekibi tanıyınca, onlarla nasıl yola çıkacağımızı da buldum. Masadan çok; sahne üzerinde bir dramaturji çalışması oldu. Sonuçta seyredenler tarafından anlaşılır, herkes tarafından algılanabilir bir şey çıktı ve güzel övgüler aldı. Yine de onlara, “siz bu övgülere güvenmeyin” dedim. Hep yapılacak şeyler var. İçinizin dolu olması gerekiyor, onu boşalttığınız zaman kötü bir ses çıkar hangi oyunu oynarsak oynayalım.

Sonradan da birçok kere buluşacağınız ve “rejisör oyuncuya eşlik edendir” diyen Işıl Kasapoğlu, İstanbul’a döndüğünüzde sizi arıyor ve “Cyrano’yu oynuyorsun” deyip telefonu kapatıyor. Korka korka oynadığınız oyun size 2000 MSM Sanat Ödülü’nü getiriyor.

Ve ben kalakalıyorum. Evet, oynarım diyorum da, oynarım demek kolay da, sonra tabii elim ayağım titreyerek hemen kütüphaneye gidiyorum. Ama tabii ki çok güzel bir süreçti.

Öğrenciyken hocanızın kulis kapısından soktuğu, bir gün burada şarkı mı söyleyeceğim dediğiniz AKM’de başrol oynuyorsunuz böylece.

Evet, benim için çok özeldi. AKM’ye ilk defa ayak basacaktım. Opera okurken Sabahat Tekebaş hocam, “gel seni Erol Uras ile tanıştıracağım. Onu dinleteceğim. Sen de onun gibi bir tenor olacaksın” dedi. Ben korka korka, ürkek adımlarla gittim. Erol Abi’yle de küçük bir ders yapma imkânı oldu. Hoca hep beni gaza getirmeye çalışıyor. “Gel seni, ilerde çıkacağın sahne ile tanıştırayım” dedi. İlk kez kulisten sahneye girdim. Sahne bomboş… Boş olunca da AKM inanılmaz olurdu. Arkadan başladım, gittim gittim gittim… O kadar küçük hissediyorum ki kendimi, “ya” dedim, “ben bir gün burada mı sahneye çıkacağım?” O hayal belirmedi yani, onun hayalini kuramadım, korktum ve ayrıldığımı hatırlıyorum. Zaman geldi. Cyrano prömiyer yapacak sonra AKM’de oynayacak. Gerçekten çok büyük korkular yaşadım ama tabii çalışma süreciyle birlikte de bambaşka şeyler yaşamaya başladım. İlk başta korkmak, tedirgin olmak çok doğal diye düşünüyorum. Dışardan birtakım kötü seslerin kulağıma çok yakından geldiği bir süreçte çıkardım o oyunu. “Senden Cyrano mu olur?”, “Nasıl olacak bu iş?” gibi sorularla beraber o oyunu çıkardım. O sesleri çıkaranlar, o oyuna gelmedi, seyretmedi. Bununla birlikte, tiyatro dünyasının dışındaki, sıradan öğrenciler, seyirciler hep vardı, bilet bulunmuyordu, kapalı gişe oynuyordu. Bir gün oyun bizim değerli tiyatro yöneticilerimizin hışmına uğradı, o kadar dolu giden oyun iptal edildi.

2006’da, Beckett’in 100. yaşı dolayısıyla oyuncu ve yönetmen olarak onunla çalışan Pierre Chabert’in yönettiği Oyun Sonu İKSV ve Dostlar Tiyatrosu işbirliğiyle sahneleniyor. Genco Erkal, Mehmet Akan ve Meral Çetinkaya ile birlikte sahnelediğiniz oyunu, Fransa’da Peter Brook Tiyatrosu’nda oynuyorsunuz. Boş Alan, Beckett ve Peter Brook…

Peter Brook’tan birçok insan etkilenmiştir. Ben de o insanların arasındayım. Özellikle Boş Alan kitabı beni çok etkilemiştir. Sanki Türkiye için yazılmış gibidir ama tabii ki öyle değil, çok evrensel yansımaları olan bir kitap. Bir şekilde biz Genco Abi’yle buluştuk. Genco Abi, “festival için Beckett çalışacağız, ben senin de projenin içinde olmanı istiyorum” dedi. Ben de çok yüklüyüm o dönem yine. “Biz bunu sadece festival için yapacağız. Belki bir iki kere de Türkiye’de oynarız” deyince kabul ettim. Kendisinin de ilk Beckett oyunu olacaktı yanılmıyorsam ve çeviriyi de kendisi yapmıştı. Beckett ve Pierre Chabert üst üste gelince “napıyoruz” dedim. Çalışma yöntemi de alışık olmadığım bir yöntemdi. Burada Beckett’in 20 yaşından beri birlikte olduğu bir şahısla karşılaşmak biraz da ürküttü beni. Bir de Beckett her şeyi yazmış. “3 adım gider, bakar” demiş. Dekorun ölçülerini bile yazmış. Kimse dışına çıkmıyor.

Boş alan yok yani.

Boş alanı kendisi bir şekilde doldurmuş. Gerçekten çok zorlandım, saatler öncesinden gidip çalışıyordum. Sonra Charlie Chaplin’i ne kadar sevdiğini anladım. Hepimizin bildiği bir şey; biz ritim üzerinden çalışmayız, o ritim, bir şekilde bizim üzerimize gelir. Yazar da zaten, “Benim oyunlarım birer senfonidir, o yüzden müzik olmaz” diyor. Ama o es’ler nasıl bir senfoni içersindeki dolu es’ler ise, o es’ler de öyle titreşirler. ‘Kreşando’ları vardır,  ‘dekreşando’ları vardır, ‘miniato’ları vardır, ‘piyano’ları vardır. Onlar benim uslanmalarım oldu. Sonra Pierre Chabert ne diyorsa onu yapıyordum. Oyun çıkınca çok övgü aldı. O yetmedi, bir sürpriz bana, “o Boş Alan’ı, Peter Brooke’un sahnesinde oynuyoruz” dedi Genco Abi. “Allah” dedim, “ne oluyor”. Hayat nasıl güzel… Gittik oraya bir baktım, dekor yok. İki tane kapı var İtalyan sahneden kalma. Pierre Chabert, “artık senin ritmin var, burası geniş bir sahne tabii ki 3 adım atmayacaksın ama aynı ritimde yürüyeceksin” dedi. Bir duvar dinleme sahnesi var. Ben de baktım çok derinliği olan bir mekân. Arkada da gerçek bir duvar var. “Genco Abi, benim seni gezdirme sahnem var ya hani, sonra duvar dinleyeceğiz ya, ben o sahneyi arkada yapmak istiyorum” dedim. “Ben bilmem, yönetmene sor” dedi. Yönetmen de “dene” dedi. Yine Işıl’dan öğrendiğim bir şey: “Bana bir şeyi söylemeyin; yapın” der. Ben de şimdi aynısını söylüyorum. O sahneyi öyle oynadık ve Peter Brooke’un ‘Boş Alan’ını tamamıyla değerlendirmiş olduk.

Yine Işıl Kasapoğlu’yla ‘Woyzeck’i düşünürken kadrosu geniş olduğu için bu oyunu ertelemeyi ve daha dar kadrolu bir oyun hazırlamayı teklif ettiniz. Yazarın diğer oyunu ‘İntiharın Genel ProvasıŞehir Tiyatroları’nda eşiniz Bennu Yıldırımlar tarafından oynanırken tekst elinize geçiyor. İdareyle paylaşıyorsunuz. Oyunun repertuvarda olduğunu öğrenince ‘Müfettiş’te beraber çalıştığınız Yetkin Dikinciler’i arıyorsunuz ve fenomen olan ‘Profesyonel’ yedi sezondur oynanıyor.

Woyzeck’ çalışılacakken kadro oluşturamadık. Onun üzerine ben bir arayışa geçtim. Bennu, Duşan Kovaçeviç’in diğer oyununu oynuyor. “Bak, böyle bir oyun var, Bilge (Emin) çevirmiş, bir göz at istersen” dedi. Okudum, tabii ki oyunun buralara geleceğini bilmiyorum ama oyun bir etki yaratıyor üzerinizde. O etkiyi alır almaz hemen Işıl’a yöneldim. Işıl kızdı bana, “Woyzeck yapacaktım, Fransa’ya gittim, operalar seyrettim, kitaplar aldım” dedi. “O da kalsın bir köşede ama sen şunu bir oku. Yine de için rahat etmezse, başka bir yol ararız” dedim. Okudu, “bu olur ya” dedi. Yetkin’i aradım, O, “ben okumadan da ekibin içinde yer alırım” dedi. Müzikleri yapan Cenap Oğuz’u aradım. Gülen Çehreli tamam dedi derken başladı.

Daha önce oyunun Müşfik Kenter’e Erol Günaydın ile birlikte oynaması önerildiğini biliyor muydunuz?  

A, öyle mi? Bilmiyordum, ilk defa sizden duyuyorum. Oyun 1990 yılında yazıldı. Acaba onlara ne zaman önerildi? İlginç olurmuş.

Sizin aranızda çok güzel bir sinerji doğdu, iki tarafı da yükselten, patlatan bir şey doğdu. Onları düşünüyorum. Onlar da bambaşka olurdu.

Ama kısmet bizeymiş demek ki. Müşfik Kenter de benim hocamdı zaten. Başka olacağı kesin.

Tabii, size önce insan olmayı öğreten hocanız.

Hâlâ işte, ona gayret ediyoruz. O kolay bir süreç değil. Her zaman söylüyorum: 400 yıl geçmesine rağmen, hâlâ “Hamlet”, “Macbeth” oynanabiliyorsa demek ki çok da büyük adımlar atmamış insanoğlu “insan” olma adına. Teknolojik olarak gelişmişiz ama o gelişme kötü sonuçlar da yaratmış. O yüzden sanattan korkmamak gerekir. Sanatı ötelememek gerekiyor. Aynı zamanda sanatı yüceltmemek de gerekiyor. Kimsenin ulaşamayacağı bir mertebeye koymamak gerekiyor. Sadeleştirmek önemli. Nasıl Picasso da basit olanın peşinde… Buna bir diğer örnek de Kenan Evren’in “bunu ben de yaparım” demesidir. Müşfik Hoca da seyredenin “ne var, bunu ben de yaparım dediği an yol almışsınızdır” der. Ama sanatın en büyük özelliği bence, bize kendimizi göstererek, “hadi artık insan olmaya gayret edelim en azından” dedirtmesidir.

Başka hangi ülkelerde sahnelendiğini biliyor musunuz?

Birçok yerde oynandığını biliyorum ama detaylarını bilmiyorum. Biz yeni oynamaya başlamıştık. Yetkin’in bir arkadaşı geldi Yunanistan’dan.  Bu oyunu Atina’da seyretmiş. “Siz çok başka bir iş yapmışsınız. Aynı oyunu orada izledim, alakası yok” dedi.

Favori yazarlarınızdan olan Kovaçeviç, sistemle ilgili öyle çok şeyi kurcalıyor ki, kurcalamadığı şey kalmıyor. “Aydın” olma ve “ayamama” durumu konuşmaya değer. Kendimizi yanlış konumlandırmamızdan dolayı, açmazımız.

Orada tabii büyük bir çelişik durum var. Çok sözü olan bir metin. Böyle küçük sembollerle, büyük bir dünya kurabilen, o beceriye sahip bir yazar Duşan Kovaçeviç. Her türlü zaaflarımız var içimizde, aydın olup, tam aydın olamama durumu. Zaman zaman herkes bunu söyledi: “Yarım aydın” dediler. Zaten uğraşanı çok. Bir de kendi içimizde bu tanımı haklı çıkaracak durumlar yarattığımız zaman yazık oluyor. O kavramlar eriyor. Sanki o zaman, bir üst yerden bakan insanlar oluyor aydınlar. En son Çanakkale’ye turne yaptık. Ben de hep o bölgeye gidiyorum, bir sürü köylü arkadaşım var orada. 20 kişilik bilet aldım oyuna. İlk defa ‘Profesyonel’ ile hayatlarında oyun seyrettiler. İnanamazsınız tepkilerine. “Ya abi, nasıl bir oyun bu” diyorlar. İşte bu kadar basit hayat. Onlar görmüyorlar mı, niye küçümsüyoruz? İşte bu durumu biz yarattık ama kullanılabilen bir durum oldu. Zaten zaaflarına bakarak yönetiliyor ülke.

Gelelim geçen sezon oynadığınız ‘Hamlet’e. “Kim dayanabilir… Sevginin kepaze edilmesine. Kanunların bu kadar yavaş, yüzsüzlüğün bu kadar çabuk yürümesine… Bilinç işte böyle korkak ediyor hepimizi. Düşüncemizin soluk ışığı, bulandırıyor yüreğimizden gelenin doğal rengini. Ve bu yüzden nice atılışlar yollarını değiştirip bir iş, bir eylem olma gücünü yitiriyorlar.” Siz de bu sözleri en samimi biçimde söylediniz, oyun örgüsünden çok sözleri dinledim ben.  

Benim de yola çıkma sebebim biraz buydu. Shakespeare’in o bildiğimizi sandığımız ağdalı, şiirsel dilin aslında, ne kadar kolay, ne kadar anlamlı olduğunu fark ettirmek istedim. Geçenlerde Hayat TV’ye gittik Ekip Tiyatro ile birlikte. Orada da viyolonsel çalan bir arkadaş vardı canlı performans yapan. Ona, “enstrümanınızı çalarken hiçbir notayı harcamadınız. Çok güzel bir şey bu. Tiyatroda da amaç budur” dedim. Bunu tiyatrodaki arkadaşlarımla hep paylaşırım. Hiçbir sözü atlamadan gitmek… İşte bu Beckett’in söylediği ve benim de yolunda gittiğim şey. Benim de amacım gözlerini kapatsa da insanın, Shakespeare’i dinlemesiydi.Yani onu görselden, kulağa çok kolaymış gibi geçirmekti.

Aynı zamanda eğitmenlik yapıyorsunuz. Gençlerle birliktesiniz. “Eleştirmeyin, yapın çünkü siz değiştireceksiniz” diyorsunuz. Siz de Müşfik Kenter’in size dediği gibi insan olun diyorsunuz onlara. Güzel şeyler söylemek sihirli bir değnekmiş, anladım diyorsunuz. Başka neler diyorsunuz onlara?

Konservatuvarı kazanmış, okula gelmişler. Şöyle başlıyoruz sohbete: “Sizler bunu istediniz ve buraya isteyerek geldiniz. İsteğiniz tiyatro yapmak, iyi bir oyuncu olmak. Artık meslektaşız. Bir saat sonra bu kapıdan bir yönetmen, sizlerle bir şeyler yapalım, bir deneyelim, bir çalışma yapalım, Bülent Emin de babanızı oynasın dese, beraber bir sahneyi paylaşacağız ya da bir film çekeceğiz. Ama bu meslek öyle bir şey ki, daha bana çok var, hele şu birinci sınıf bitsin, ikinci sınıf bitsin, üçüncü sınıf bitsin, hele bir mezun olayım, dur bir Bülent Hoca’nın yaşına geleyim diye başlarsanız, daha baştan bitmiştir o.” Ben bir şey öğretmeye gitmiyorum oraya, sadece hatırlatmaya çalışıyorum. Hatırlatırken aslında aynı şeyleri kendime de hatırlatıyorum ve diyorum ki “sanmayın ki ben sizin için geliyorum buraya, kendim için de geliyorum.” Özü bu.

Hem söyleşi için, hem izlemesi bu kadar büyülü bir oyuncu olduğunuz için çok teşekkür ederim.

Röportaj: Pınar Erol

(Masa Dergi 3. Sayıdan)

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir